Hurriyet

4 Eylül 2011 Pazar

Ozgurluk!

Yazi yazmak istiyorum! Ama kuru yazilar degil! Hayati ta dibine kadar hisseden, insanlarin pazarda, okulda, sokakta, tatilde, evde veya isteyken yasadiklarini tum ciplakligiyla kelimelere dokebilen yazilar yazmak istiyorum.

Bu blogu actigimda ozgurce ve okuyanin ruhuna dokunan yazilar yaziyordum. Ne zamanki calismaya basladim, sanki  "hissetme ozgurlugumu"  yitirdim. Duygular ve olaylari dillendirip konusturmakta zorlaniyorum. Sabah evden cikisimla aksam eve donusum arasinda kolumdaki saate gore yaklasik 12 saat olmasina ragmen benim icin bu zaman cilgin bir kosturmaca icinde sanki 12 dakikada geciveriyor. Hayatin bir parcasi olan duygular ve his dunyam sanki rafa kaldirilmis gibi geliyor.

Acilen ruhumu yeniden besleyip hayata dondurmenin bir yolunu bulmam lazim. Ruhum icin acil kan araniyor, A, B, AB, 0, pozitif, negatif, fark etmez.

Sevgiler.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Babaanneler Neden Daha Az Sevilir?

Kayinvalidem bizi ziyarete geldi. Dunyanin obur ucunda yasadigi icin cocuklarla deniz asiri yolculuk yapmayi goze alamiyoruz, dolayisiyla her yil kayinvalideyi bize davet ediyoruz. O da sagolsun bizi kirmayip her yil 1 ay ziyaretimize geliyor.

Cocuklar dogal olarak babaanneyi fazla tanimiyorlar. Hele kucuk oglum son kez 8 aylikken gormustu, su anda 3,5 yasinda, hatirlamiyor tabi babaanneyi. Babaanne her geldiginde oldugu gibi yine 1 bavul dolusu sekerleme-cikolatayla gelmis. Bizimkilerin gozleri dondu tabi. Buyuk oglum babaanneyi hatirliyor, ancak sekerleme-cikolataya ulastiktan sonra araya bir mesafe koyuyor. Bunu da cok centilmen ve de babaannenin kalbini kirmayacak sekilde yapiyor, aferin ona :D Ama kucuk yok mu kucuk, tam bir felaket! Ilk gun bavuldaki sekerleme-cikolatalari gorunce babaannenin kucagina atlamalar mi dersiniz, kafasini gogsune yaslamalar mi dersiniz, yapmadigi numarayi birakmadi! Her opucukte de bir sekerleme-cikolata kopardi. Karni doyunca da dondu arkasini, babaanneyle ilgiyi-alakayi kesiverdi! Kadincagiz yaklasmaya calistikca asagidaki replikleri ardi ardina siraliyor:

- Konusma dedim sana!
- Seni denize atarim (Bogazici'nden bahsediyor yumurcak:)
- Dokunma bana!
- Bakma bana!

Babaannesi  "Gel minik kus kucagima alayim seni" dediginde:

- Sen git kendi oglunu kucagina al!  diyiveriyor!

Tum bunlari Turkce soyledigi icin de babaanne birsey anlamiyor tabi. Allah'tan anlamiyor, yoksa kadincagizin yuregine iner valla.

Kayinvalidelerini hicbir yere sigdirmayan bircok kiz arkadasim var. Hatta bazilarinin isi iyice abartip cocuklari babaanneye karsi doldurduklarina bile sahit oldum. Ben ise bu konuda asiri dikkatliyimdir. Kadincagiz kalkip dunyanin obur ucundan geliyor, yilda en fazla 1 ay bizimle birlikte olabiliyor. Bu surenin kucak kucaga ve alt alta- ust uste gecmesini istiyorum ama nafile! Bir de su var ki ben de birgun babaanne olacagim, dolayisiyla ayagimi denk alip bizim babaannemizin guzel vakit gecirmesi icin elimden geleni yapiyorum. Gel gor ki bizim yumurcaklar sekerleme-cikolatalari alip arazi olmanin yollarini ariyorlar.

Cocuklar icin varsa yoksa anne. Dolayisiyla anne ile ilintili insanlara kendilerini daha yakin hissediyorlar. Iyi hos anladim da, ne olacak bu babaannelerin hali :D

Iyi Bayramlar!

Bayramlari cok severim. Bana cocuklugumun rengarenk ve dopdolu gecen gunlerini hatirlatir. Buyuk bir ailede buyudum. Amcalar, kuzenler, halalar, teyzeler ve aile kadar yakin aile dostlari. Bayrama 1 hafta kala bayramlik ciclerimiz alinir ve bayramda giyilmek uzere dolaba guzelce kaldirilirdi. Bayramdan 1 gece once yataga erken gidilir, heyecandan bir sure uykular kactiktan sonra uykuya dalinir ve ertesi gun yine ayni heyecanla yataktan hop diye kalkilir. Cocuk kalbi iste, bayram bizim icin seker ve para demekti. Annemin aldigi bayram sekerleri evin gizli bir kosesinde saklanirdi ki bayramin ilk gunu hepsini mideye indirmeyelim. Gelen misafire bos seker canagi tuttugunuzu dusunsenize :D Bayramin ilk gunu aile buyugunun evinde bayramlasmak icin bir araya gelinir, buyukler sohbet eder, yemekleri hazirlar, kucukler el oper ve topladiklari harcliklari kurus kurus sayar ve verilen harcligin buyuklugune gore bir dahaki bayrama kimin elinin daha cok opulmesi gerektigini aralarinda konusurlardi. Bayramin en onemli sozu  "iyi bayramlar"  olurdu. Eve giren  "iyi bayramler"  der, sofraya  "iyi bayramlar"  diyerek oturulur ve herkes geceyi  "iyi bayramlar"  diyerek sonlandirirdi.

Masal gibi, degil mi? Hayir, degil. Benim cocuklugumun bayramlari aynen yukarida anlattigim tatta ve hazda gecti. Cunku biz orta buyuklukteki bir sehirde hep birlikte yasayan kocaman bir aileydik. Sevincte ve uzuntude hep birbirinin yaninda olan, bayram gunlerini tatile gitmek icin degil bir araya gelmek icin degerlendiren kocaman bir aile.

Peki bu bayramda ne yaptim? Bir kere yurtdisindan dondukten sonraki ilk bayramim oldugu icin kosa kosa markete gittim ve bayram sekeri aldim. Bayramla ilk defa tanisan cocuklarima bayrami sekerle tanittim. Esime  "iyi bayramlar"  demeyi ogrettim ki o da benim gibi karsisina cikan herkesin bayramini kutlasin :D Tek eksigimiz buyuk ailenin kendisi. Aslina bakarsaniz aile hala duruyor ama yerinde durmuyor. Cocuklugumuzdan beri aile bireyleri hayatin akisina paralel olarak kendilerine farkli farkli yollar cizdiler. Kimi memlekette kalmayi tercih etti, bircogu yuregini ve aklini takip edip baska baska diyarlara yerlesti. Bunlardan biri bendeniz, su anda Istanbul'da ikamet etmekteyim. Bir kardesim Ankara'da, bir digeri Kanada'da. Kuzenlerden biri Bodrum'da, biri Antalya'da. Yogun gecen is hayatinin stresini az da olsa deniz-kum-gunes uclusuyle atmaya calisiyorlar. Bunlarin disinda kalan ailenin %90'inin bayrami nerede gecirdiklerini bile bilmiyorum. Ancak hepsiyle e-posta, SMS, Blackberry ve telefon yoluyla aktif sekilde haberlesiyor ve bayramlasiyorum. Bu arada sokakta karsima cikan herkesin de bayramini bilahare kutluyorum.

Son yazdiklarimin az da olsa sikayet tadinda oldugunun farkindayim, ancak amacim sikayet etmek degil. Aksine, degisen gunluk yasantinin altini kalinca cizmek istiyorum. Bize ogutlememis miydi buyuklerimiz: "Evladim, oku calis da adam ol, dunyayi kesfet!". Biz de bize verilen ogudu tutarak globallesen dunyada zaman zaman kendi icimizdeki sinirlari bile asarak memleketimizden cok uzaklarda yeni yeni memleketler yarattik.

Bazen dusunuyorum, soyle bir kural olsaydi mesela: Herkes dogdugu yerde yasayacak ve dogdugu yerde olecek! Boyle bir durumda ailemizin bireylerinin hepsi dogdugumuz memlekette kalacak ve eminim ki bircogu kendini hapsolmus gibi hissedecekti. Yanlis anlasilmasin, esaret duygusu memleketin kotulugunden kaynaklanan bir duygu olmaktan ziyade hareket ozgurlugu elinden alinmis bir grup insanin icine hapsoldugu bir girdap olacakti. Yine bayramlarda bir araya gelecektik, ancak dunun el open ve harclik toplayan cocuklarini buyuyunce sekerle kandirmak pek kolay olmayacakti.

Insanoglu boylesine doyumsuz iste. Attigi her adimin icinde bir  "ama"  vardir. Bu bayramda mutlu muyum? Hem de cok! Istanbul tamamen bize kalmiscasina bombos. Karsiya 15 dakikada geciyoruz. Saraylari, parklari, ve bilmedigimiz restoranlari kesfediyoruz. Uzun bir ayriliktan sonra Istanbul ile yeniden bulusmus olmanin tadini cikariyorum ve benim bildigim Istanbul'u cekirdek aileme ve onun minik uyelerine de tanitiyorum. Neyse ki teknoloji uzagi yakinlastirip ailenin geri kalaniyla da surekli baglantida kalmamizi sagliyor.

Bayram sekerlerini sakliyor muyum? Hayir :D Istiyorum ki cocuklarim da bayrami sekerle ozdeslestirsinler. Onlar da buyuduklerinde cocukluklarinin bayramlarini dusunduklerinde akillarina tek gelen sey seker ve harclik olsun :D

Herkesin bayramini kutlar, saglik ve nese dolu nice tatli bayramlar dilerim!

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Does Loyalty Pay Back?

Bağlılık enteresan bir olgu. Bağlılık karşılık gördüğü zaman insanı son derece mutlu ediyor, güven veriyor. Ancak karşılık bulmayan bağlılık büyük hayal kırıklıkları yaratıyor.

İş hayatında   "kuruma bağlılık"  uğruna kariyerini riske eden birçok insan görüyorum. Kurumların insanlarla varoldukları bir gerçek. Yani insanlar olmadan kurumların hayatta kalabilmesi mümkün değil. Ancak birçok insanın gözden kaçırdığı en önemli nokta kurumlar Ahmet Bey veya Nesrin Hanım'dan bağımsız süreçler kurarak hayatta kalmayı hedeflerler. Yani gün gelir Ahmet Bey kurum için eskisi kadar fayda sağlamaz olur ve Ahmet Bey kendini bir anda kapının önünde buluverir, yerine Mehmet Bey gelir.

Geçenlerde bir makale okudum: Does Loyalty Pay Back at Workplace? Yani kuruma bağlılık ömür boyu iş garantisi verir mi? Bence cevabı koca bir hayır. Japonya gibi geleneksel bir ülkede veya bir devlet kurumunda çalışmıyorsanız B Planı'nızın her daim hazır olmasında fayda var. Bugünkü yöneticinizle çok uyumlu bir iş ilişkisi içerisindeyken yeni gelen yöneticinizle aynı uyumu sağlayamayabilirsiniz, hatta papaz olabilirsiniz.

Atatürk  "Türk, öğün, çalış, güven" demiş. Buna bir ekleme yaparak ben de diyorum ki B Planın da olsun ki gece başını yastığa koyduğunda rahat bir uyku çek.

Peki nedir bu B Planı? Kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1. İşinin uzmanı ol. İşin sadece bir parçası hakkında fikir sahibi olmakla yetinme, işi her yönüyle bil ve tatbik et.
2. Uzmanı olduğun iş koluna her kurumda ihtiyaç olmayabilir. Senin bilgi birikimine ihtiyacı olan kurumlarla bağlantıya geç.
3. Çalışmaktan gocunma, ancak çalışmanın her zaman her yerde peşinen başarı getireceği yanılgısına düşme. Doğru yer, doğru insan, doğru zaman üçlüsünden biri bile eksik olsa istediğin başarı hiçbir zaman gelmeyebilir.

Sevgiler, selamlar.

7 Ağustos 2011 Pazar

Andres Escobar ve Futbolun Basina Gelenler

Kolombiyali futbol oyuncusu Andres Escobar Saldarriaga 1994 yilinda Kolombiya'da bir barda karistigi bir kavga yuzunden vurularak olduruldu. Vucuduna isabet eden 6 kursunla hayata veda ettiginde sadece 27 yasindaydi. Escobar 1994 Dunya Kupasi'nda kendi kalesine attigi golden dolayi Kolombiya milli takiminin kupadan elenmesine sebep oldu. Ve oldurulmesinin sebebi de kendi kalesine attigi bu goldu.

Dun Kolombiya futboluyla ilgili bir belgesel izledim. Anlasilan o ki 1994'te yasanan bu trajik olaya kadar Kolombiya futbolu parlayan yildizlar arasindaydi. Takimlari yabanci teknik direktorler calistiriyor ve oyunculara yuklu paralar odeniyordu. Ta ki Escobar futbol ugruna oldurulene kadar.

Escobar'in olumune kadar sistem uyusturucudan gelen kara parayla donuyordu. Kolombiya ulke olarak herhangi bir basarisi olan bir ulke degil. Ancak Escobar futbol ugruna oldurulene kadar hic kimse kalkip da nereden geliyor bu degirmenin suyu diye sormadi. Escobar'in oldurulmesiyle futbola uyusturucunun yaninda kan ve gozyasi da karisti.

Kolombiya gibi gunluk ucuz politikalardan bunalmis ve yolsuzluk ve ugursuzluk ile kazanilmis paralarla donen ulkelerde insanlar herhangi bir yerden gelecek isiga hasret yasarlar. Futbol da  "temiz Kolombiyalilar"  icin sokaktaki siddete meydan okumak ve ulkelerinde guzel seyler de olabilecegini de ispatlamak icin bir aracti. Ancak bir kendini bilmezin tabancasindan cikan 6 kursunla tum ulkenin umutlari suya dustu.

1994 Kolombiya futbolu icin bir milat. Futbola karisan kan ve gozyasi futbolun Kolombiya'daki tilsimini oldurdu. Yabanci teknik direktorler ve buyuk paralar artik Kolombiya futbolu icin bir hayal. Cunku uyusturucu baronlari Escobar'i oldurerek ulkede yarattiklari nefretin altinda ezildiler ve futboldan ellerini eteklerini cektiler. Dunyanin en basarili futbol takimlarina bakin: Almanya ve Ingiltere ornegin. Futboldan anlamayan bendeniz icin bile bu takimlarin buyuk final maclarini seyretmek buyuk bir zevk. Almanya ve Ingiltere gibi ulkelerde futbolda buyuk paralar donmuyor mu, donuyor, ancak bu paranin kaynagi temiz, icinde kan, gozyasi, hile ve hurda yok. Buralarda futbolun tek amaci futbol.

Bir Fenerbahceli olarak Fenerbahce'nin ve diger buyuk kuluplerin basina gelenleri uzulerek izliyorum. Insanlarin boylesine zevk aldigi ve milyonlarca hayran kitlesine sahip bir oyunun icinde donen paralar buyudukce oyun oyun olmaktan cikiyor ve kar amacli, agresif bir organizasyona donuyor. Kar etmekte hicbir sakinca yok, ancak kar etmenin bir sonucu olan  "kurumsallasma"yi saglamak pek de kolay degil. Kurumsallasmak belli kontrol mekanizmalarini da beraberinde getirirse buyume kontrollu olur. Ancak bizim futbol kuluplerindeki gibi kontrolsuz bir hizla buyuyen yapilar eninde sonunda duvara toslarlar. Fenerbahce'ye ve digerlerine olan da bu.

Turkiye'de guzel bir olusum var. Adi Turkiye Ic Denetim Enstitusu, kisa adiyla TIDE. TIDE'nin amaci seffaf kurumlar ve nihayetinde seffaf toplum. Ben de bu Enstitu'nun uyesi olmaktan dolayi gururluyum.

Yakinda TIDE Futbol Federasyonu'yla gorusecek. Umuyorum ki Turk futbolu TIDE'ye kulak verir ve olsuturduklari mirasi korumanin yollarini yalan-dolanda degil seffaflikta arar.

Turk Futbol'una aydinlik dolu, seffaf gunler dilerim.

Sevgiler.




28 Temmuz 2011 Perşembe

Muhafazakarlikla Bagnazlik Arasindaki Ince Cizgi

Gecenlerde bir dugunde biriyle tanistim. Bu kisi Merkez Bankasi'nda calisiyor. Turkiye'de iyi bir universiteden mezun. Amerika'da master yapmis. Simdi de Merkez Bankasi'nda iyi bir gorevi var. Ve bir bayan. Merkez Bankasi'ndaki gorevinden dolayi once epey bir is uzerine konustuk. Turkiye'nin ekonomi nabzini olcen kurumun icinde olunca anlattigi hikayeler benim icin cok ama cok ilgincti. Daha sonra seyahatten ve kacinilmaz olarak siyasetten bahsetmeye basladik. 2011 genel secimlerinden az onceydi, dolayisiyla masamizdaki herkes secim tahminlerini soyledi. Hepimizin uzerinde hemfikir oldugu nokta tabi ki AKP'nin secimleri kazanacagi yonundeydi. Ancak masada bulunan Turkiye'nin  "modern ve egitimli"  kesiminin yaptigi bazi yorumlar kanimi dondurmaya yetti diyebilirim.

Ornegin yukarida bahsettigim bayani ele alalim. 3 yildir Paris'e tatile gidiyormus. Gidenler bilirler, Avrupa'da sokaklarda her kose basinda bir heykel vardir. Bizdeki gibi halk kahramanlarinin heykellerinin yaninda cesitli sanatcilarin degisik temadaki heykelleri de sokaklari susler. Bu heykellerden bazilari ciplak insan figurudur. Ciplak derken bayagi ciplak, her organi belirgin bir sekilde goze carpar. Merkez Bankasi'nda calisan bu arkadas 3 yil once Avrupa'da sokakta gordugu bu ciplak heykellerin kendisini hic rahatsiz etmedigini ancak bu yil gittiginde icten ice bu heykellerin kendisini rahatsiz ettigini, bu heykellere bakmaktan utandigini soyledi. Ve ben donakaldim. Inanamadim.

Gazetelerde, dergilerde, her yerde herkes Turkiye'deki  "sessiz devrim" den bahsedip duruyor. Bunun ekonomik bir devrim oldugunu sanmiyorum. Makroekonomik verilerde bir iyilesme olsa bile bu verilerin beraberinde buyuk riskler tasidigi da ortada. Devrim denen sey artik daha cok kadinin turban takmasi, hatta turbanin da kendi icinde bir moda yaratmis olmasi ise buna da guler gecerim. Toplumun her kesimine turbaniyla girebilmeyi ozgurluk sayan zihniyet ozgurlugun gercek tanimini icsellestirememis olsa gerek.

Turkiye'de olan, devrimden ziyade muhafazakarlasma. Muhafazakarlik hayatin her alaninda kendini hissettiriyor. Din ozgurlugunu muhafakarlasmayla karistiranlar dini ve ahlaki olgulari hayatin her alanina olur olmaz oylesine sokusturuyorlar ki  "modern kesim"  dedigimiz insanlar bile artik ciplak heykellerin ahlaki degerlerle ortusup ortusmedigini sorgular hale geliyor.

Sevgili Herkes! Dini butun olan olmayan, modern olan olmayan, oruc tutan tutmayan, kadin veya erkek herkes! Lutfen ahlaki degerlerinize sizin adiniza baskalarinin karar vermesine izin vermeyin. Ciplak heykelden organlari belirgin oldugu icin utanmak yerine sanatsal degerini anlamaya calisarak zevk alin. Sanattan anlamiyorsaniz ise bakmaniza gerek yok, sadece onunden gecin gidin. Oruc tutan ve bagnazlikla suclanmaktan korktugu icin oruc tutmuyormus gibi yapan arkadaslar! Oruc tuttugunuzu dunya aleme ilan etmek durumunda degilsiniz tabi, bu Tanri ile sizin aranizdaki bir iletisim. Ancak oruclu oldugunuzun bilinmesinden de korkmayin.

Bagnazligin her turlusu sevimsiz bence. Ciplak heykele tu kaka diyen zihniyetle oruc tutani bagnazlikla suclayan zihniyetin birbirinden hicbir farki yok. Tek dilegim muhafazakarlik yolunda emin adimlarla ilerleyen Turkiye'nin bagnazlik cukuruna dusmeden dogru yolu gonlunce bulabilmesi.

Aydinlik dolu gunler hepimizin olsun insallah.

Sevgiler.

Asansorden Yalniz Inmeyin :D

Gecenlerde esimle birlikte bir gece bir davete katildik. Cocuklari Ayse Teyzemiz'in sefkatli kollarina birakmis olmanin huzuru ile davetin yapildigi yer olan Anadolu Yakasi'ndaki Hilton'un terasina vardigimizda davet yeri hinca hinc kalabalikti. Bir manzara var, sormayin, sahane! Bakmaya doyamadik! Bir taraftan cocuklarin yemeklerini yiyip yemedikleri uzerine konusurken bir taraftan da katildigimiz davette edinebilecegimiz olasi  "yeni arkadaslar"la muhabbet kurmanin yollarini aramaya basladik. Malum esim yabanci oldugu icin Turkiye'deki yabancilarin bulundugu gruplari kesfetmeye calisiyoruz. Davet Turkiye'de yasayan yabancilarin bir araya geldigi bir organizasyondu. Ancak enteresan olan katilimcilarin yarisinin Turk olmasiydi :) Bu Turklerin kimi benim gibi yabanci biriyle evlenmis, kimi yabancilarla muhabbet kurmak icin gelmis, kimi de internetten uye olup burada ne var acaba diye merak edip gelmis.

Davete katilan yabancilar da Turklerden pek farkli degildi. Bir Turk ile evli bir Iranli vardi mesela. Adamcagiz bulbul gibi Turkce konusunca ben Turk oldugunu sandim, degilmis. 20 yil once bir Izmirli'yle evlenip Turkiye'ye yerlesmis. Hayatindan memnun ama vatan her zaman anavatan diyor. Iran'in yemeklerini ozluyor. Sonra Turk bir erkek arkadasi olan bir Ispanyol bayanla tanistik. O gece yaninda olmayan erkek arkadasindan bahsetti surekli ama gece boyunca pek de yalniz kaldigini soyleyemem, etrafindakilerle oldukca neseli vakit gecirdi. Bir de tamamen yabancilardan olusan bir grup vardi ki gece boyunca surekli sarki soyleyip dans ettiler, yerlerinde bir saniye bile durmadilar. Sanki birbirlerini yillardir taniyan buyuk bir aile gibi herkes oldukca muhabbetliydi o gece.

Biz geceyarisi olmadan eve donmek icin yola ciktik, malum Ayse Teyze'yi fazla bekletmemek lazim. Bizimle birlikte o cilginca eglenen gruptan 4 kisi de davetten ayrilmaya karar verdiler. Hep birlikte asagiya inmek uzere asansore bindik. Asansore biner binmez 5 dakika once birbiriyle cilginca eglenen insanlar gitti, yerine birbiriyle hic konusmayan, hatta birbirini nerdeyse tanimiyormus gibi davranan insanlar geldi. Hepsi otelde kaliyorlardi, dolayisiyla degisik katlarda sirayla asansorden indiler. Ve inerken ne dediler biliyor musunuz? Kuru bir  "good night, sleep tight"!

Yazilarimi takip edenler bilirler, ben 10 yil yurtdisinda yasadiktan sonra Turkiye'ye dondum. Hangi milletten olursa olsun bir insanin ulkesinden uzakta mutlu ve basarili bir hayat surmesinin bir huner ve sans isi oldugunu dusunuyorum. Benim Turkiye'den uzaktaki 10 yilim cok mutlu ve bana gore basarili gecti. Ancak bunu kendi basima yapmadim. Yurtdisina cikisimin 5. ayinda simdiki esimle birlikte olmaya basladim ve oralarda gecen kalan 9 yil 7 ayimin tamaminda esim hep yanimdaydi. Islerim yolunda gitti, sansim da yaver gitti ama en onemlisi yalniz degildim.

O kisiler asansorden kuru bir  "iyi geceler"  diyip inince anilarim canlandi. Dunyanin her yerinde yalniz yasayan bircok tanidigim insan var. Bunlarin bazilariyla yillar suren uzun arkadasliklarim oldu. Hangi milletten olursa olsun hepsinin ortak noktasi asansorden inerken kuru bir  "iyi geceler"  diyerek inip sessizce odalarina cekilmek.

Evet, ben yalnizligi hic sevmem. Asansorden yalniz basima inmek de istemem. Isterim ki asansorden indikten sonra gittigim odada/evde yanimda gecenin yorgunlugunu atip kahve icerek dedikodu yapabilecegim biri olsun. Iranli arkadas sansli. Anavatanindan uzakta ama yalniz degil. Belki anavataninda kalsa bugunku kadar mutlu bir evliligi olmayacakti (tum gece karisini ne kadar sevdigini anlatip durdu :). Ispanyol arkadas da sansli. Hem partide guzel vakit gecirdi hem de partiden sonra erkek arkadasiyla bulusacagi icin cok heyecanliydi. Yalnizlar Kulubu uyeleri icin ise dilegim su: Asansore yalniz basiniza binmemenin yollarini arayin. Bu ha diyince olacak birsey degil tabi, biraz da kader-kismet isi. Ama asansorden birlikte inmek istediginiz kisiyi buldugunuzda sakin O'nu kacirmayin derim. Birlikte gece kahvesi icin, ordan-burdan-surdan konusun, gulun, eglenin. Hayat paylastikca guzel :D

Sevgiler!

23 Haziran 2011 Perşembe

Projeler Nasıl Başarıyla Sonuçlandırılır?

Bugün biraz iş konuşmak istiyorum. Kuru bir yazı olacağını sanmayın. Başarılı projelere imza atmanın yollarından bahsedeceğim.
İşim gereği proje bazlı çalışıyorum. Kurumlar aşağıdaki koşullar oluştuğunda gündelik yaptıkları aktiviteler dışında bir de projeler oluşturuyorlar. Projelerin amacı genelde değişime öncülük etmek ve değişimi hayata geçirmek oluyor. Kurumlar:
-          Büyüyüp genişlemek istediklerinde, veya
-          İşler kontrolden çıkıp başları derde girdiğinde
Projelere başvururlar. Her iki durumda da köklü bir değişime gereksinim vardır. Büyümek isteyen kurum üzerinde var olan elbisesiyle büyümek isterse elbise yırtılır, sökülür. Dolayısıyla küçük gelen elbiseyi değiştirmekle işe başlamalıdır. Keza kontrolden çıkmış bir kurum üzerindeki elbiseyi bir türlü günün şartlarına uyduramaz, üzerindeki eski elbiseyle yenilik ve değişimle başa çıkamaz. Bu durumda da yine yeni bir elbiseye ihtiyaç vardır. Hızla gelişen günümüzün rekabetçi dünyasında ise elbiseyi değiştirmek ve yenilemek için ne fazla vakit ne de fazla nakit vardır. Arkadan bir tabur asker kovalıyormuşçasına en az kaynakla en hızlı şekilde yeni bir elbise dikmeli veya almalıdır.
Bugüne kadar birçok projede çalıştım. Başlangıçta işi öğrenme aşamasında doğal olarak ekibin bir üyesi olarak çalıştım. Daha sonra değişik ekiplerin başında birçok proje yönettim. Şahit olduğum bazı projeler vardı ki fikir aşamasında oldukca umut vaat ediciydiler. Ancak projeyi hayata geçirme aşamasında başarısızlıkla sonuçlandılar. Projelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının onlarca sebebi olabilir. Ancak benim bu yazıda özellikle altını çizmek istediğim bir sebep var ki insanların pek önem vermediği ancak hata yapıldığında proje sürecini çok sancılı hale çeviren bir sebep: Yönetim beceriksizliği.
Bana göre bir projenin başarılı bir şekilde sonuçlanması için projeyi bir tenis maçı gibi görmek gerekiyor. Nasıl ki teniste topun sana gelmesini istersin ama top sana geldiği anda şık bir hamleyle anında karşıya göndermek istersin, proje yönetiminde de topun geldiği taraf hemen gerekli çalışmayı yapıp sonucu karşı taraftaki çalışma arkadaşına paslamalı ki proje devam etsin. Proje çalışmalarında gördüğüm en büyük hatalar şunlar:
-          Proje dahilindeki ekipler top kendilerine geldiğinde elini kaldırıp topa vurma zahmetinde bile bulunmuyor ve top yerde kalıyor. Böylece maç başlamadan bitiyor. Bu durumun değişik sebepleri olabilir. Yönetim projeye gerekli önemi vermediği için proje ekibi de gerekli önemi vermemektedir. Veya proje ekibi projenin ehemmiyetini anlayacak bilgi birikimine ve deneyime sahip değildir.
-          Veya proje dahilindeki ekipler topu hep kendi sahalarında tutmak istiyor ve başkalarının topa girmesine asla ve asla izin vermiyorlar. Bu durumda da proje tek yönlü ve kısır bir proje olarak doğuyor ve maçın tadı tuzu tamamen kaçıyor. Yani proje sen-ben kavgasına dönüyor, ana hedef unutuluyor.
Her iki durumda da proje yöneticisinin yapması gereken en önemli şey maçın devamını sağlamak. Yani topu eline geçiren takımın hemen gerekli çalışmayı yapmasını sağlayarak topu seri bir şekilde yandaki takıma geçirmesini sağlamak. Ayrıca projenin sponsorluğunu üstlenen yöneticilerin de proje ekibine doğru mesajı vermesi ve projenin önemini ilk elden anlatması projeye gerekli dikkatin verilmesini sağlayacaktır.
Herkese başarılı projelerle dolu bir iş yaşamı diliyorum.

Kaybedenler Kulübü - Kazananlar Kulübü

Her ülkenin ya  “kaybeden”  ya da  “kazanan”  kimliğiyle var olduğu kanısındayım. Peki bu ne demek?
Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir insan olarak Türk insanının hayata bakışını biliyorum, anlıyorum. Ancak bir noktada kendimi Türk kültüründe ayrı tutuyorum, nedenini az sonra anlatacağım. Daha sonra 10 yıl Avrupa’da yaşamış biri olarak da Avrupalı’nın hayattaki duruşu hakkında gözlemlerim oldu. Ancak kendimi Avrupalı’dan da ayrı tutuyorum, bunun da nedeni aşağıdaki satırlarda.
Türkiye mazisinde imparatorluk geçmişi olan bir ülke. Ders kitaplarında Osmanlı’nın anlı-şanlı tarihini öğreniriz öğrenmesine de bu tarihi okurken satır aralarında hep Türk olmanın yarattığı dezavatajlardan bahsedilir. Örneğin Osmanlı zamanında ticaretten zengin olanlar Türkler değil Musevilermiş. Veya yine çok karlı bir iş kolu olan deniz taşımacılığının duayeni yine Türkler değil Yunanlılarmış. İmparatorluk’un sahibi olarak Türkler doğal olarak askerlik ve devlet işlerinde önde gelen konumdalarmış. Ayrıca Avrupa Osmanlı’yı, yani Türkleri, Avrupa’nın bir parçası olarak görmemiş (Türkler Müslüman değil Hristiyan olsaydı Avrupa’nın Türklerle ilgili fikrinin tam tersi olacağını düşünüyorum, ancak bu şu andaki konumuzun dışında).
Bugüne baktığımızda da durum pek farklı değil. Gerek Türkiye’deki, gerek Avrupa’daki ve de gerekse Amerika’daki Museviler yine ticaretten zengin olmaya devam ediyorlar. Çok da iyi yapıyorlar. Hollywood film endüstrisi Musevilerin eseri. Yunanistan yine deniz taşımacılığında dünyanın önde gelen firmalarına sahip. Ülkenin ekonomik darboğazda olduğu bir gerçek ancak bunun tek sebebi yolsuzluklar. Yani zenginliği yaratmayı biliyorlar, ancak korumayı bilmiyorlar.Ve bugün de Avrupalılar Türkiye’yi aralarında görmek istemiyorlar. Ve hala bugün Türkiye’de devasa bir devlet kadrosu ve jeopolitik konumunun getirdiği hassasiyetin de bir sonucu olarak devasa bir ordusu var. NATO’da Türk Ordusu Amerikan Ordusu’ndan sonraki ikinci büyük ordu.
İnsanın ve dolayısıyla ülkelerin kendini iyi hissetmesi için –sağlıktan sonra- 2 şeye ihtiyacı var: Para ve itibar. Bu iki unsura sahip insanların oluşturduğu ülkeler doğal olarak kendilerini  “Kazananlar Kulübü” nün bir parçası olarak görüyorlar. Çünkü para ve itibar insana ve ülkelere kendini güvende hissettiriyor ve özgüven aşılıyor. Bu iki unsurdan yoksun olan insanların oluşturduğu ülkeler ise kendilerini  “Kaybedenler Kulübü” nün bir parçası olarak görüyorlar. Başlarına gelen kötü olayları hemen kanıksıyorlar ve başlarına gelen iyi olayları ise istisnadan ibaret görüyorlar.
Peki hangisi doğru veya iyi? Kazananlar Kulübü mü? Kaybedenler Kulübü mü? Bence her ikisinde de dikkat edilmesi gereken noktalar var. Kendisini “Kazananlar Kulübü” nün üyesi olarak gören ülkeler kendi yaptıkları herşeyin doğru olduğunu varsaydıklarından sistem içinde yapılan yanlışlıkları zaman içinde görmezden gelmeye başlıyorlar. Yani bir nevi bakan kör oluyorlar. Örneğin Amerika’nın Irak’ı işgal etmesini bir düşünün. Amerika  “Kazananlar Kulübü” nün bir üyesi olduğu için bu işgalin adı “demokrasi savaşı” veya “terörle savaş” oluyor. İçine girdikleri ekonomik darboğaza rağmen kaynaklarının büyük bir bölümünü hala savaşa ayırıyorlar. Ancak yıllardır Türkiye’nin kanayan bir yarası olan PKK terörünün terör olduğuna dünyayı inandırmamız için ise kırk takla atmamız gerekiyor. “Kazananlar Kulübü” doğasında bir nevi  “kendini beğenmişlik” barındırıyor, dolayısıyla realiteyle bağlar bir noktadan sonra kopuyor. Hep benim dediğim doğrudur ve başka da doğru yoktur diyerek kendisinden farklı olan fikirleri ekarte ediyor.
“Kaybedenler Kulübü”ne gelince. Secret diye bir kitap var, okudunuz mu bilmiyorum. Kitabın ana teması şu: Beynini neye odaklarsan onu kendine doğru çekersin. Yani gelecek planlarını  “pozitif beklentiler”  üzerine kurarsan aldığın aksiyonlar seni hayalini kurduğun “pozitif olaylar”a yönlendirecektir. Gelecek planlarını  “negatif beklentiler” üzerine kurarsan ise tam tersi aksiyonların seni bir şekilde “negatif olaylara” yönlendirecektir. Türkiye de böyle bir ülke. Olan kötü olayların çabucak kanıksandığı ve olan iyi olayların ise istisna olarak algılandığı bir mentalite hakim Türkiye’nin kimliğinde.
Türkiye gibi ülkelerde politikacılarının başarısının sırrı bence bu “Kaybedenler Kulübü” psikolojisini anlamaktan geçiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişine baktığınızda Atatürk’ten başlamak üzere birkaç politikacı var ki uzun yıllar (Atatürk ilelebet) halkın gönlünde taht kurdular. Bunlardan biri Turgut Özal, diğeri Tayyip Erdoğan. Çünkü bu politikacılar insanlara biz de kazanabiliriz mesajı verdiler, kendilerini iyi hissetmelerini sağladılar, umut verdiler. “Kaybedenler Kulübü”nün üyesi olmayı reddederek insanlara “acaba bu sefer biz de kazanabilir miyiz” hissiyatı verdiler.
Bendenize gelince. Ben ne “Kazananlar Kulübü” nün üyesiyim ne de “Kaybedenler Kulübü” nün. Hayatta her zaman kazanan taraf olamayacağımı biliyorum. Ancak hayattaki varlığımın küçük de olsa bir değer yarattığını ve hayatın kendisine güzel şeyler kattığımı düşünüyorum, yani kendimi seviyorum. Dolayısıyla “Kaybedenler Kulübü”ne de girmiyorum. Yani anlayacağınız arafta bir yerlerdeyim. Ve halimden çok memnunum.

Hayatın Ritmini Buldun mu?

Bir konsere gittiğinizi düşünün. Konser alanına vaktinden erken varırsanız orkestranın provasına denk gelirsiniz. Her müzik aleti birbirinden ayrı bir şekilde akort edilir ve bu aşamada çıkan sesler oldukça rahatsız edicidir. Çünkü ortak bir ritmleri yoktur. Ne zamanki konser başlar ve aletler aynı notaları ve aynı ritmi aynı anda takip etmeye başlarlar, işte o zaman ortaya inanılmaz bir müzik ziyafeti çıkar. Aslında bu ziyafeti ortaya çıkarmak ve 2 veya 3 saat boyunca aynı tempoda sürdürmek hiç kolay değildir. Müzisyenlerden biri o gün hasta olabilir ve konseri zar zor bitirir. Veya her müzisyen aynı derecede yetenekli değildir. Kemancı kemanını çalmaz, kemanıyla adeta sevişir. Beri taraftan gitarist sadece notaları takip ederek gitarını çalar, ruhunu katmaz, katamaz. Ama şu veya bu şekilde orkestra elemanları aynı ritmin etrafında buluşarak konseri tamamlar.
Hayatta da böyle değil mi? Hayatla ilgili farkındalık ergenlik çağında başlar. Ancak henüz hayatı akort etme aşamasındayızdır. Çıkan sesler her zaman ahenkli olmayabilir. Bazen çok tiz, bazen çok tok sesler çıkabilir veya hiç ses çıkmayabilir. Ergenlik bitince akort da tamamlanmış olmalıdır ki konser başlasın. Güzel bir konser verebilmek için gerekli olan bütün müzik aletlerini baştan yerine koymak gerekir. Aletlerden birinin eksikliği konserim ahengini ve ritmini bozacak, tadını kaçıracaktır. Konser başladıktan sonra bazı aletler oyunbozanlık yapabilir veya bozulabilir. Burada diğer aletler devreye girerek bozulan aletin yerini doldurarak ritmi korumaya çalışacaklardır.
İnsanlar hayatın ritmini değişik şekillerde ve değişik müzik aletleriyle bulur. Kimi için evli ve çocuklu bir hayat yaşam ritminin olmazsa olmazıdır. Kimi ise özgür ve bağımsız olduğu sürece ritmi tutturabilir. Kimi hayatın ritmini çalışarak bulur, ofise gitmediği zaman hayatın durduğu zamandır. Kimi ise kendisini spora adar, sporsuz 1 gün bile geçiremez. Tüm bu örneklerde orkestra elemanları birbirinden tamamen farklidır. Ancak hepsinin ortak noktası ritmdir, harmonidir.
Bir insanın 20’li yaşları hayatının ritmini bulması açısından çok önemli bir dönem. İnsanın 20’li yaşlarında yaptığı seçimler hayatının geri kalanını bir daha geriye dönülmeyecek şekilde etkiliyor. Yani 20’li yaşlarda verilen kararlar bir ömür boyu peşimizden geliyor.
Peki orkestranın şefi kim? Bazen kişinin kendisi bazen de seçtiği müzisyenlerden biri. Öyle zamanlar oluyor ki insan kendi kurduğu orkestranın zaman içinde sadece bir parçası oluveriyor. Ya da orkestranın şefliğini ömür boyu kimseye bırakmıyor.
Sizin orkestranın şefi kim?

Yine Evlilik Üzerine

Sizce imza atınca mı evlenmiş oluyoruz? Yoksa imzanın üstünden yıllar geçip sevinci ve hüznü birlikte paylaştıktan sonra mı evlenmiş oluyoruz?
Evlilik bence imzayla değil paylaşmayla başlar. İmzayı atar ve kagıt üstünde evlenirsin. Ama gece aynı yastığa baş koymuyorsan, sabah birlikte kahvaltı yapmıyorsan, çocukların geleceğini birlikte şekillendirmiyorsan bence o evlilik değil olsa olsa yasal ve kuru bir birlikteliktir.
Evliliğin dinamikleri benim için oldukça enteresan, şaşırtıcı ve hatta bazen zorlayıcı. Evlilik insanda güven ve koruma duygularını depreştiriyor. Daha önce sana tamamen yabancı olan birine ömür boyu birlikte olma sözü vermek insanın kendisiyle gurur duymasını sağlıyor ve güç veriyor. Ama aynı zamanda ömür boyu girilen bir tek tip gıda diyeti gibi, farklı tatlar tamamen yasak hale geliyor. Yemeye izinli olduğun tek tip gıdayı ise çeşitli baharatlar ile tatlandırmak ve lezzetini arttırmak sana kalmış J
Evlilik aynı zamanda sosyal statü anlamında  “sınıf atlatıyor”. Evli olmak toplumun sana bakışı değişiyor, beraberinde peşinen saygıyı getiriyor.  Hele de anne-baba olmuşsan toplum gözünde neredeyse kutsallık mertebesine yüceltiliyorsun. Ancak evlilik ve çocuk fiziksel ve duygusal özgürlüğünü elinden alıyor. Eve gelip ayaklarını şöyle bir uzatıp televizyon karşısında miskinlik yapamıyorsun. Veya sırf canın istediği için hop diye uçağa atlayıp 1 hafta sevgilinle kaçamak yapamıyorsun. Evde yemek yapmanı bekleyen ve ertesi gün okul olduğu için en geç 8’de yatağa girmesi gereken minnoşlar var.
29 yaşımda evlendim ve isteyerek evlendim. Evlenmeseydim bence bugün perişan bir durumda olurdum. Aileyi seven ve annelik güdüleri yüksek biri olarak evlenip kendi çocuklarımı doğurmamış olsaydım yardıma ve yönlendirmeye muhtaç bir takım insanlara bakmayı kendime görev edinir ve hayatımı bu insanlarla bir şekilde sürdürmeye çalışırdım sanırım. Ara sıra ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmak istemediğim zamanlar olmuyor mu? Oluyor. Veya diyetimi çeşitlendirmek istediğim zamanlar olmuyor mu? O da oluyor. İşte o zaman açıyorum baharat kavanozlarımı, başlıyorum kendi mutfağımda birbirinden harika yemekler yapmaya J

Avrupa - Türkiye Karşılaştırmasını Bir de Benden Dinleyin :D

Uzun zamandır benden Avrupa ile Türkiye’yi karşılaştırdığım bir yazı yazmam istenmekte. İşte size hem eğlenceli hem düşündürücü bir karşılaştırma:
1.       Avrupa’da yaya geçidi herkes içindir. Yaya geçidinden yaya geçerken tüm arabalar durur ve korna çalmadan sakince yayanın karşıya geçmesini bekler. Türkiye’de ise yaya geçidi sadece güzel bayanlar için yapılmıştır. Araba kullananların çoğunun erkek olduğunu düşünürsek arabalar ancak yaya geçidinden geçen bayanın  “hoş”  olduğu durumlarda dururlar. Dururlar ki gözleri az bir süreliğine de olsa bayram etsin J
2.       Viyana’nın her daim kalabalık caddelerinden biri olan Mariahilfer’e şöyle tepeden kuşbakışı baktığınızda bir sürü  “beyaz saçlı ve yavaş yavaş yürüyen”  insan görürsünüz. Türkiye’nin ise herhangi bir yerinde her daim  “siyah saçlı ve oradan oraya koşturan”  insanlar görürsünüz. Yani anlayacağınız Avrupa ile Türkiye arasında jenerasyon farkı var J. Dolayısıyla ebeveyn-çocuk gibi kuşak çatışması yaşıyoruz.
3.       Avrupa’da süpermarkette alışveriş yapan bir Avrupalı’nın hiçbir zaman –misafir gelse dahi- sepetini hıncahınç doldurduğu görülmemiştir. Bir Türk’ün ise süpermarkete girip de alışveriş sepetini tıka basa doldurmadan çıktığı görülmemiştir. Misafir geldiği durumlarda ise zaten alışverişe bir sefer yetmez. Misafir gelmeden 1 hafta önce sürekli alışveriş yapılır.
4.       Avrupa’da (örneğin Avusturya) medeni hukuk anne ve çocuk üzerine kuruludur. Yani babanın kim olduğundan ziyade yasa anne ve çocuğu koruma altına alır. Türkiye’de ise medeni kanunun baş aktörü erkektir. Daha doğrusu erkeksiz bir kadın Türkiye’de balkonsuz bir eve benzer. Aslına bakarsanız ikisinin de kendi içinde açmazları var. Avrupa’da anne ve çocuğun devlet tarafından bir nevi koruma altına alınması Avrupalı birçok erkeğin evlilik ve aile birliğinden kaçışını tetiklemiş durumda. Devletin korumacılığı bir anlamda insanları birbirinden uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor. Ancak Türkiye’deki erkeksiz kadın = balkonsuz ev durumu da pek iç açıcı değil doğrusu. Kadın kendi başına kalmayı tercih edemez mi canım?
5.       Avrupa geçmişini ve tarihini çok iyi bilir ve sahiplenir. Hatta geçmişindeki şan ve şöhretinden bugün bile çatır çatır para kazanır. Örneğin Avusturya-Macaristan İmparatoru olan Franz Joseph ile evlenip İmparatoriçe olan Sisi vardı bir zamanlar. Sisi yanılmıyorsam Alman kökenliydi ve evlenip Avusturya’ya yerleşti. Avusturya’da yaşadığı süre boyunca da Avusturya’dan ve Avusturyalılar’dan nefret etti. Avusturya halkı da Sisi’yi sevmedi. Sisi güzel bir kadındı. Yemeden içmeden yaşar, upuzun saçlarını incecik beline kadar indirir ve tüm meraklı bakışları üzerinde toplardı. Ölümünden sonra Avusturyalılar Sisi’yi bir şekilde idolleştirdiler. Daha doğrusu Sisi etrafında bir pazarlama stratejisi oluşturdular ve Avusturya tarihinin nadide bir eseri olarak turizm ofisindeki kataloglara Sisi’yi soktular. Bugün Avusturya’nın nüfusu 8 milyon ve yılda ülkeyi 10 milyon turist ziyaret ediyor. Bu turistlerin en çok ziyaret ettikleri yerlerin başında ise Sisi müzesi geliyor. Türkiye’nin de Avusturya gibi şatafatlı bir imparatorluk geçmişi var. Ancak Türkler tarihlerini objektif gözlerle okuyup özümsemek yerine tarihi bir takım karakterleri idolleştirir ve ve tüm tarihlerini bu idoller etrafında görmek isterler. Laik, daha doğrusu laik geçinenlerin Osmanlı’dan serzenişle bahsetmesinin, laik olmayanların ise Atatürk’ten hoşlanmamalarının sebebi Türkiye’nin hem Osmanlı hem Cumhuriyet tarihini bir araya getirip birlikte özümseyememesinden kaynaklanmaktadır.
6.       Avrupa’da devlet gerçek anlamda vatandaş için vardır. Türkiye’de ise devlet-vatandaş ikişkisi çoğu zaman yumurta-tavuk ilişkisine benzemektedir.
7.       Avrupalı olaylara pragmatik yaklaşır. Tek başına çözemeyeceği bir sorunla karşılaştığında yanındakini sevmese bile sonu kendisi için iyi olacaksa yanındakiyle işbirliğinin yolunu arar ve her iki taraf için de kazançlı olacak bir çözüm bulmaya çalışır. Türkiye’de ise durum tam tersi. Sorunlar karşısında çoğu insan çoğu zaman duygusal tepkiler verme eğilimindedir. Sonuca odaklanmaktansa gururuna odaklanır ve  “ben kaybedersem herkes kaybetsin”  mentalitesiyle kendi ayağı kaydığında başkalarının da ayağının kaymasını ister.
8.      Avrupalı sanar ki tüm dünya Avrupa’dan ibaret. Bir de okyanusun öbür tarafında bir Amerika vardır, o kadar. Dünyanın geri kalanının bu iki kıtanın tatil beldesi veya arka bahçesi olduğunu varsayarlar. Halbuki bilmezler ki dünyanın geri kalanı olmasa ne meyve-sebze-tahıl bulabilirler ne de arabalarını üreten fabrikaları işletecek insan kaynağı ve yatırım ortamı bulabilirler. Aslında bu durumu bilirler de nasıl başa çıkacaklarını bilemezler. Türk ise sanar ki Avrupa’ya veya Amerika’ya kapağı atınca hayatı kurtulacak, yediği önünde yemediği arkasında olacak ve başından aşağı demokrasi yağacak. Halbuki bilmez ki gittiği yerde de Türk olmaya devam edecek ve her ne kadar onlardan biri bile olsa hep “yabancı, bizden olmayan” muamelesi görecek.
Şimdilik aklıma gelen gözlemlerim bunlar. İleriki zamanlarda bu yazıyı daha da detaylandırabilirim belki, bakalım.
Sevgiler

14 Haziran 2011 Salı

Ben Ne İş Yapıyorum?

Şimdi aşağıda madde madde ne yaptığımı sıralayacağım. Siz de yaptığım işi tahmin edin bakalım:

1. Yaptığım iş bir kurumun tek yeriyle sınırlı kalmayan, kurumun tamamını kuşbakışı görmeyi gerektiren bir iş.

2. Yaptığım iş bir yap-boz misali kurumun değişik bölümleri arasındaki karmaşık ikişkileri çözüp bu ilişkilerin içindeki yanlışları bulmayı gerektiren bir iş.

3. Bulduğum yanlışlara çözüm üretmeyi gerektiren bir iş.

4. Kurum içindeki küskünleri barıştıran, dargınları buluşturan bir iş.

5. Yaptığım iş duyduğum ve gördüğüm herşeyi tüm çıplaklığıyla kağıda dökmemi gerektiren bir iş. Yani el-etek öpmek benim yaptığım işte geçer akçe değil.

6. Yaptığım iş sayesinde cebimden kuruş harcamadan dünyayı dolaştım, bir de üstüne para verdiler :D

Yaptığım işi tahmin edebildiniz mi? .................................................................................................................................................................................

Denetçi!

Günümüzde klasik tanımların dışında kalan o kadar çok meslek var ki, denetçilik de bunlardan biri. Eskiden ve de hala günümüzde müfettişler vardı ve hala varlar. Ancak müfettiş yanlış bulmaya odaklanırken denetçi yanlıştan yola çıkarak süreç nasıl geliştirilebilir ona bakar. Denetçi olmak için üniversitelerin İdari Bilimleri'ndeki bir bölümünden mezun olmak yeterli.

Ben mesleğimi severek yapıyorum. Çocuğuna veya kendisine meslek arayanlara da hararetle tavsiye ediyorum.

Sevgiler!

12 Haziran 2011 Pazar

AKP'nin buyumesi neden sizi sasirtiyor anlamiyorum dogrusu!

Turkiye'de sosyal demokrasi hicbir zaman var olmadi. Sosyal demokrasiye sadece buyuk bir ozlem duyuldu her zaman, o kadar.

Turkiye dunya duzenindeki yerini  kapitalizmden yana secmis bir ulke. Bunda Amerika Birlesik Devletleri'nin Turkiye uzerindeki nufuzunun etkisi cok buyuk. Bir dusunsenize, Avrupa'dan esinlendigimiz herhangi birsey var mi? Avrupa Birligi diyeceksiniz, ama Turkiye'nin ve de ozellikle AKP'nin AB'ye girme niyetini surekli tekrar etmesinin 2 sebebi var:

1. AKP yuzunu Bati'ya cevirmis gibi yaparak herkesi aslinda ne kadar modern ve ilerici olduguna inandirmaya calisiyor. Yani AB'yi nihai hedef olarak gormuyor, Turkler'in  "Avrupa Ruyasi" ni oy politikasinin bir parcasi olarak kullaniyor.

2. AB isi inada bindi. Avrupa Turkiye'yi istemedikce Turkiye Avrupa'ya daha cok asiliyor. Umutsuz bir ask hikayesi gibi.

Daha onceki yazilarimda da hatirlarsiniz. Ben Amerika'yi hic merak etmem, Amerika'dan pek haz da etmem. Cocuklugumuzdan beri dunyaya dair duydugumuz ve gordugumuz hersey Amerika kaynakli. Yabanci film diyince aklimiza hemen Amerikan yapimlari gelir, Avrupa veya Uzak Dogu yapimlari filmler degil. Yurtdisinda egitim diyince yine aklimiza Amerika'daki okullar gelir. Avrupa'daki okullara nedense burun kivrilir veya Amerika'daki okullar kadar itibarli sayilmazlar. Bunun nedenini Avrupa'da uzun yillar yasayinca daha iyi anladim. Avrupa koloni Avrupa'si zamanindaki yayilmaci politikasini tamamen birakmis durumda. Hicbir sekilde hicbir ulkeye kendi rejimini veya demokrasisini ihrac etme kaygisinda degil. 2. Dunya Savasi'ndan sonra yasadigi yikim ve de Berlin Duvari'nin yikilmasindan sonra yuzlestigi bolunmusluk duygusu Avrupa'da travma yaratmis durumda. Dolayisiyla Avrupa'nin kendi evini toparlamaktan ve de savastan sonra yarattigi serveti korumaktan baska hicbir seyde gozu yok.

Amerika oyle degil. Amerika gunumuzun yayilmaci politikasi guden ulkelerinin basinda geliyor. Herkese kendi rejimini ve kendi dogrularini empoze etmek uzerine kurulu bir dis politikasi var. Cunku Amerika kapitalizmin dogdugu yer. Etkisi altina aldigi yerlerdeki tuketimi arttirarak kendi ve dunya ekonomisini tuketim uzerine oturtmak isteyen bir ulke. Satarak zengin olma yolunu secmis bir ulke. Turkiye gibi kendisini sosyal demokrasiden cok liberalizme yakin goren bir ulke icinse Amerika Avrupa'dan daha cazip geliyor.

Iddia ediyorum ki Turkiye'de yasayan insanlarin buyuk bir cogunlugu Avrupa sartlarindaki sosyal demokrasi icerisinde yasiyor olsalar cok mutsuz olurlardi. Cunku sosyal demokrasinin temel felsefesi olan  "elindekiyle yetinmek ve ortalama standartlarda yasamak"  bircok Turk icin cendereye girmekle esdeger anlama gelirdi. Ornegin Avusturya'yi ele alalim. Sosyal devlet her isteyen vatandasina ev veriyor, degil mi? Ne guzel, hicbir zaman acikta kalma ihtimaliniz yok. Ancak evi senin yasina, basina, boyuna, posuna, gelir durumuna, ailevi durumuna bakarak veriyor. Yani, evi veriyor, ama evi secme sansini kesinlikle sana birakmiyor. Tek basina yasayan, saglikli ve calisan bir bireysen sana 50 metrekarelik ev yeter diyor. Catlasan da patlasan da sana 51. metrekareyi vermiyor. Istersen kirasini kendi cebinden odeyip daha buyuk bir evde yasama sansin var tabi, metrekaresi 16 EURO'dan.

Amerika ve Turkiye arasinda ise bircok paralellik soz konusu. Ikisi de tuketim toplumu. Ikisi de gosterisi seviyor. Ikisini de kahramanlik hikayeleriyle kandirmak cok kolay. Bush, Orta Dogu'daki petrolun kontrolunu eline gecirmek icin Irak'a girip burayi yerle bir ediyor ve bunu da  Amerikan halkina  "terorle savas"  diyerek yutturuyor. Erdogan, Orta Dogu'da suregelen karmasada kendisinin de soz hakki olabilmesi adina Israil'e  "one minute" diyiveriyor ve bunu da Musluman dunyasina  "Israil'e karsi bas kaldiran ilk Musluma lider"  olarak satiyor. Yani Amerika da Turkiye de kendilerinden birer kahraman yaratma sevdasiyla yola cikmis iki ulke. Bir de din somurusu var ki iki ulkede de son derece prim yapan bir olgu. Goreve geldiginden beri Obama'nin dini Amerikan halkinin en populer tartisma konulari arasinda yer aliyor. Turkiye'de ise AKP tum soylemini zaten din eksenine oturtmus durumda. Avrupa'da ise dinin esamesi bile okunmuyor artik.

Peki tum bu oyunun icinde CHP ve sosyal demokrasi nerede? Bence hicbir yerde. Bugun Turkiye'de CHP'ye oy verenler bence sosyal demokrasi istedikleri icin CHP'ye oy vermiyorlar. Onlar Ataturk'u ve O'nun yarattigi kahramanlik hikayesini sevdikleri icin CHP'ye oy veriyorlar. CHP'ye oy verenlerin hicbiri bence devletin verecegi 50 metrekarelik evde bir omur gecirmekten mutlu olmazlar. CHP'ye oy verenler de bence devlet hastanesinde tedavi olmaktansa ozel saglik sigortasinin karsiladigi otel tadindaki ozel hastanelerde tedavi olmayi tercih ederler.

Yani anlayacaginiz yillardir Turkiye'ye empoze edilen biraz muhafazakar, aile odakli, icinde uclari barindiran, tuketim ekonomisine dayanan, cafcafli ve yaygara koparmayi seven Amerikan kulturu nasil 80'lerde Ozal silueti ile karsimiza ciktiysa bugun de Erdogan siluetiyle karsimiza cikiyor, din ve inanc soylemi biraz daha kuvvetlenmis olarak.

Secim sonuclari henuz aciklanmadi. Ama  belli ki AKP 3. doneminde daha da kuvvetlenmis olarak sahnede oyununu oynamaya devam edecek. Istedikleri kadar duble yollar yapsinlar veya universite acsinlar, hepsi iyi, hos. Sadece Ataturk'e dokunmasinlar ve O'nun yarattigi aydinligi karartmasinlar, tek dilegim bu.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Ankara'nin kendisini degil bana hissettirdiklerini seviyorum

Cocukken  yaz tatillerimizin buyuk bir kismini Ankara'da gecirirdik. Annem Ankarali. Okullar tatil oldu mu hemen solugu Ankara'da annemin ailesinin yaninda alirdik. Ankara'ya gitmek ben ve kardesim icin yilin olayi haline gelirdi. Butun yil okul pesinde kosturduktan sonra Ankara'ya varmak ugruna katlandigimiz 9-10 saatlik yol bile bize viz gelirdi. Gerci yolda cok mizmizlaniyor muyduk dogrusu hatirlamiyorum; yani annemle babama da o yol viz geliyor muydu bilemiyorum :D Ancak aksam karanliginda Ankara'ya girdigimizdeki hissettigimiz heyecanimizi bugun bile kalbimin derinliklerinde hissediyorum. O zamanlar Ankara'nin havasi oldukca kirliydi. Biz yine de arabanin camini acar, Ankara havasini derin derin soluyarak icimize ceker ve uzun uzun gokyuzunu seyrederdik.

Anneannemin evine vardigimizda butun aile cumbur cemaat bizi bekliyor olurdu. Sofralar kurulur, yemekler yenir, 21'ler oynanir ve de cocuklara ne haliniz varsa gorun denirdi. Yani ozgur birakilirdik! Oradaki kuzenlerimizle birlikte ayri kaldigimiz 1 yilin acisini cikarircasina oynamadigimiz oyun, yapmadigimiz yaramazlik kalmazdi. Evde kirilmadik esya birakmamamiza ragmen buyukler soyle bir bakar ve de  "uzulme hayatim, snaa birsey olmadi degil mi"  der ve gecer giderlerdi. Tatil boyunca Tunali senin Genclik Parki benim sabahtan aksama kadar gezer, canimiz sikildiginda Kugulu Park'taki kugulara simit vermek icin dayimin pesine takilir giderdik.

Artik Ankara'yi sevmiyorum. Ailem hala orada olmasa Ankara'ya gitmek aklimin ucundan bile gecmez. Neden mi? Ankara sevimsizlesti de ondan.  Havasi gecmise gore daha temiz. Ama havasini solurken gecmisteki hazzi almiyorum artik, birseyler eksik, yok olmus. Her yerde anlamsiz bir goruntu ve gurultu kirliligi. Tamamen zevksiz alt ve ust gecitler ve hicbir anlam veremedigim fiskiyelerle dolu her yer. Mazbut insanlar hala var, ama onlardan daha da fazla cahil, sevgisiz ve saygisiz insanlarla dolu trafik ve alisveris merkezleri. Sevdigim iki yer var Ankara'da. Canim okulum ODTU ve Dikmen Vadisi Parki. Istiyorum ki ODTU Ankara'nin uzerine cokmus cehaleti, atilligi ve gorgusuzlugu silip atsin ve de Dikmen Vadisi sehrin havasini arindirsin ve temizlesin. Ancak farkindayim ki ODTU ve Dikmen Vadisi'nden beklentilerim cehaletin revacta oldugu gunumuzde hayalden oteye gecemiyor.

Ankara diyince hala icim titriyor ama artik Ankara'da 1 hafta bile gecirmek istemiyorum. Ankara'ya karsi hissettigim bu yakinligin sebebi cocuklugumun Genclik Parki ve Tunali Caddesi'nin yanisira Ankara'nin gerisindeki fikir ve tarih sanirim. Ataturk ve O'nun yarattigi Cumhuriyet, esitlik ve zafer duygusu, bugunku Turkiye'nin dogum yeri olmasi; bunlar benim icimi kipirdatan seyler. Ankara'da benim dogdugum hastane, ailemin yasadigi ve halen yasamakta oldugu onlarca sokak ve bikmadan usanmadan bilim ve ilim ureten harika universiteler olmasinin yaninda Turkiye'nin aydin kesimini heyecanlandiran modern Turkiye'nin baslangic noktasi var orada. Buyuk bir degisimin ve donusumun icinden gectigimiz su gunlerde daha cok Ankara'ya sarilmak ve onun gecmisinden yardim almak istiyoruz.

Anlayacaginiz artik Ankara'nin kendisini degil bana hissettirdiklerini seviyorum. Gitsem mi gitmesem mi, bilemiyorum.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Partnerinle Yer Değiştirmeyi Düşündün mü Hiç?

Benim hayatımdaki değişiklikler yavaş yavaş olmamıştır hiçbir zaman. Küt diye olmuştur. Plansız olduğum için böyle oluyor desem doğru değil. Çünkü yapacağım değişikliği önceden planlar, yerini hazırlarım. Değişikliğin bende  "küt"  hissi yaratmasının sebebi değişimle ruhen başa çıkmak konusunda aslında pek de esnek olmamam. Yani anlayacağınız değişimi planlama ve gerçekleştirme aşamasında hiçbir sorunum yok. Ancak değişimle ruhen kucaklaşmak konusunda biraz yavaşım.

Her neyse. 2011 de benim için büyük bir değişimin olduğu yıl oldu. Çocuklarla haşır neşir olduğum hayatımdan çıkıp bir anda kendimi yoğun bir iş ortamında buluverdim. Asıl önemli değişiklik ise kocamın işi bırakıp çocuklara bakmaya başlaması oldu. Yani anlayacağınız kocamla yer değiştirdik :D Aramızda şöyle diyaloglar geçiyor:

Nil: Aşkım, bugün markete gidip eksikleri tamamlayabilir misin?

Koca: Ama daha dün gittim markete! Dün söyleseydin olmaz mıydı?

Nil: Evet ama bugün ihtiyacımız olanlara dün ihtiyacımız yoktu, bugün var. Lütfeeeeeen!

Eşimin çalışırkenki gel-gitlerini, evle iş hayatını dengelemek için harcadığı çabayı ve çocuklarla zaman ayırmak için nasıl debelendiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Hatta uyguladığı bazı teknikler o kadar işe yaramıştı ki ev ve iş arasında fiziksel ve ruhsal anlamında harika bir denge kurmayı başarmıştı. Ben de şimdi ondan feyz alıyorum.

Eşim de dün bana evde çocuklarla ilgilenmenin ve bir evi çekip çevirmenin aslında ne kadar zor bir iş olduğunu şimdi şimdi anlamaya başladığını söyledi. Yani anlayacağınız birbirimizin halinden anlar olduk. Dolayısıyla birbirimizi daha çok takdir edip sevmeye başladık :D

Rol değişikliği bizim hayatımıza renk kattı. Kolay mı? Asla değil! Ancak artık birbirimizi daha iyi anlıyor ve hayatı daha yoğun paylaşıyoruz.

Ara sıra da olsa hayatta rol değişikliği yapmayı şiddetle tavsiye ederim. Kanıksamayı ve malımsamayı engelliyor, monotonluğu tamamen gideriyor. Biraz sarsıntılı ama emniyet kemeriniz takılıysa hiçbir şey olmaz :D

Sevgiler.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Kedi misin? Yoksa kopek mi?

Bazi insanlar vardir ki bulunduklari yere ait degillerdir. Bu insanlari bazen bircok arkadasiyla birlikte cekilmis bir fotograf karesinin icinde gorursunuz. Fotograftaki o kadar kisinin icinde yanindakiyle sarmas dolas olsa bile oraya ait olmadigi asikardir bu kisinin. Veya bircok insanin bulundugu bir partide bazi insanlar sanki her gece bu tip partilere katiliyormuscasina ortama hemen adapte olur, gidene kadar herkesle cene calarlar. Ama biri vardir ki partinin bitmesini iple cekermiscesine bir kosede elinde ickisiyle oylece durur. Bir nevi ortamda egreti kalir. Bu kisi aslinda yapi itibariyle cok neseli ve ilginc bir insan olabilir. Tek sorun oraya ait olmamasidir, kirmizi bir bluzun altina yesil bir etek giymek gibi, ikisi de canli renkler olmasina ragmen aralarinda uyum yoktur.

Gecenlerde bir arkadasim dedi ki insanlar aidiyet duygusu cercevesinde 2'ye ayrilirmis. Kediler ve kopekler. Kediler icin mekana baglilik daha onemliymis. Sahibi gitse de kedi ayni evde kaldigi surece kendini mutlu hissedermis. Kopekler ise insanlara bagimliymis. Isterse dunyanin bir ucundan oteki ucuna gitsin, sahibiyle gittigi surece geride biraktigi yerlere donup bakmazmis bile.

Cocuklugumdan beri bulundugum yere aslinda 100% ait olmadigima dair bir hissiyatim vardi icimde hep. Kendimi ait hissettigim tek yer ailem oldu, mekanlar beni hicbir zaman etkisi altina almadi. Bazen bunun nedenini dusunurken yakaliyorum kendimi. Acaba annemin Makedonya kokenleri mi bana hep uzaktan goz kirpti? Yoksa Ankara'da dogup buyumus olmasi mi benim Ankara'da okumama sebep oldu? Istanbul'a bundan 12 yil once is icin geldim ve 4 yil yasadim. Dedigim gibi, mekanlar beni etki altina alamadigi icin tum guzelligine ragmen kendimi Istanbul'a da ait hissetmedim. Yillar sonra cocuklarimla beraber Istanbul'a donunce aklima takilan soru su: Cocuklarim Istanbul'da buyurlerse kendilerini  "Istanbullu"  mu hissedecekler? Yoksa benim  "gocmen"  ruhum onlara da bulasmis midir?

Daha once de dedigim gibi, firarperestim ben. Gezmeyi ve denemeyi severim. Sevdiklerim yanimda oldugu surece geride biraktigim yere donup bakmam bile. Ait oldugum tek bir yer yok benim. Hayatimin albumunu yapsam ilk 18 yilin fotograf karesinde mekan Antep olur. 18-22 yas arasindaki mekan Ankara olur. 22-27 yas arasindaki mekan Istanbul olur. 27-37 yas arasindaki mekan Avrupa olur. Hepsinden bir parca almisimdir ama hicbiri bana %100 sahip olamaz.

Anlayacaginiz ben %100  "kopek"im :D  Ya siz?

23 Nisan 2011 Cumartesi

1'den Fazla Dil Ogrenmek Insan Beynini Nasil Etkiliyor?

Gecenlerde bir arkadasim yazi yazmaya nasil basladigimi sordu. Ilk etapta cevap veremedim, cunku nasil basladigimi ben de bilmiyorum, birdenbire oluverdi iste. Daha sonra ustunde biraz dusununce yazi yazmaya nasil ve neden baslamis olabilecegimle ilgili bazi fikirler geldi aklima.

Yazilarimi takip edenler bilirler, uzun sure yurtdisinda yasadiktan sonra 3 ay once Turkiye'ye dondum. Esimin anadili Ispanyolca ve biz evde aile olarak Ingilizce konusuyoruz. Cocuklarim Viyana'da dogdular. Hal boyle olunca cocuklar dogduklari andan itibaren 4 dile, yani Turkce, Ispanyolca, Ingilizce ve Almanca'ya maruz kaldilar. Gittigi okul Ingilizce olmasina ragmen buyuk oglum 4 yasina kadar tek bir Ingilizce kelime konusmadi ve de cok az Turkce konusuyordu. Tahmin edersiniz ki ben solugu konusma terapistinde aldim. Gittigim iki terapist de cocuklarin beyninin nasil bir sunger oldugunu, herseyi super bir sekilde nasil emdigini ve de endiselenecek birsey olmadigini soylediler. Nitekim evde konustugumuz dillerin sayisini azaltarak buyuk oglumu 4 yasinda konusmaya ikna edebildik. Ancak buyuk oglum kendini kelimelerle ifade edemedigi bu donemde matematigi kendi yasitlarindan cok daha hizli ogrendi. Ornegin okulda 3-4 yas grubu cocuklarina matematik konseptlerini ogretmeye basladiklarinda  "sifir", yani hiclik konseptini ilk anlayan oglum oldu, hatta yasitlarindan cok daha once sifir kavramini net bir sekilde anladi. Ogretmeni bir taraftan oglumun kendini kelimelerle ifade ederken yasadigi zorlukla ilgili endiselenirken diger taraftan beyninin matematigi algilayis seklini hayretler icinde izledi.

Bu konuda birkac makale okudum ve hala okuyorum. Makalelerin vardigi genel sonuc cok dilli cocuklarin ogrenme zorlugu cektigi ve akademik konularda yasitlarinin gerisinde kaldigi oluyor. Bu makalelerin hemen hemen hepsi Avrupa veya Amerika kaynakli. Yani gocmen sorununun akut hale geldigi ve bir turlu cozulemedigi bolgeler. Gunumuzde cocuklarin IQ seviyelerini olcmek icin uygulanan bir test var. Viscar Testi. Bu test dunyanin cesitli yerlerinde cocuklara cesitli sekillerde uygulanarak zeka seviyesini tespit amacli kullaniliyor. Mesela Almanya'da bu testi devlet bir nevi gizli bir sekilde Turk gocmen cocuklarina uyguluyor. Almanya'da yasayan Turklerin entegrasyon sorunu zaten ayyuka cikmis durumda, ozellikle de dil konusunda yasanan sorunlar var. Bu testte ornegin iki ayri sayfada bir takim sekiller gosteriliyor. Ve cocuktan birbirine benzeyen sekilleri eslestirmesi isteniyor. Cocuk  "eslestirme"  kelimesinin Almanca'sini bilmedigi icin soruya cevap veremiyor. Ancak zaten uygunsuz yontemlerle uygulanan bu testte cocuk dil (veya entegrasyon) eksikliginden dolayi dogru cevabi veremedigi icin  "dusuk zekalilar"  sinifina gonderiliyor. Ayni cocuk kendi dilinin konusuldugu ulke olan Turkiye'de ayni teste tabi tutuldugunda soruya dogru cevap verdigi icin  "normal zekali", hatta bazen  "ustun zekali"  olarak siniflandirilabiliyor.

Cocuklarim su anda 2 dil konusuyorlar. Kucuk oglum henuz yas itibariyle kucuk, ancak buyuk oglum matematikte gozle gorulur bir sekilde basarili. Dogdugu gunden beri beyninin coklu dil sistemiyle calismasindan dolayi, basta karisiklik yasamis olsa da, bu durumun beyin hucrelerini keskinlestirdigini ve bunun da akademik basarisina yansidigini gozlemliyorum.

Benim yazi yazmama gelince. 36 yasina kadar okuldaki kompozisyon odevleri haricinde hic yazi yazmamis biriydim. Son 10 yildir is ve aile ortamimda degisik dilleri ogrendikten sonra beynim farkli bir sekilde calismaya basladi. Olaylara sadece bir dilin penceresinden degil, 4 dilin penceresinden bakmaya baslayinca olaylarin farkli yuzlerini gormeye basladigimi hissediyorum. Dolayisiyla dunyadaki her insanin yasadigi deneyimleri, ornegin cocuk sahibi olmak, is yerinde yasanan catismalar, dunya siyaseti, 1 degil 4 pencereden bakarak degerlendirip, zaman zaman da olsa, bunlarla ilgili genel inanisin aksi olan sonuclara varmaya basladim. Ve de insanlar yazdiklarimi sevip kendilerinden bir parca buldukca ben yazmaya devam ettim.

Dil her zaman ogrenilebilecek birsey. Ancak yaslandikca ogrenme hizi azaliyor ve beynimizi istedigimiz gibi sekillendiremiyoruz. Dolayisiyla 3 yasindan itibaren cocuklarin hayatina ikinci bir dil sokmak onlara sadece ikinci bir dil kazandirmakla kalmiyor, beyinlerinin calisma hizini da iki katina cikararak onlarin akademik basarilarina katkida bulunuyor. Tabi cocuklarin dil egitiminin kontrollu ortamlarda, isin uzmani olan kisiler tarafindan yapilmasi kosuluyla. Turk bir anne-babanin cocuklari Ingilizce ogrensin diye evde Ingilizce konusmalarini cok anlamli bulmuyorum. Cunku dogal degil.

Herkese sevgiler.

17 Nisan 2011 Pazar

Farkindalik mi Bizi Mutsuz Eden?

Buyudukce gecmisimizi daha bir ozlemle aniyoruz, degil mi? Etrafinizda 40 yasini gecmis herkes en az bir kere soyle demistir mutlaka:

"Eskiden hayat daha kolaydi. Is bulmak bu kadar zor degildi ve soludugumuz hava daha temizdi!"

Bu aralar ben de sikca dusunur oldum. Acaba bundan 50 yil once hayat gercekten daha mi kolaydi? Yoksa bugun 40 yasinda olan biri bundan 50 yil once 40 yasinda olsaydi hayat yine bugunku kadar zor mu gelecekti?

Eminim ki 50 yil once bugune nazaran daha kolay olan seyler vardi. Bir kere bu kadar fazla insan yoktu. Cesmeden su icilebiliyordu. Cocuklar sokak ve bahcelerde buyuyordu. Ancak sanirim insana bu "aaah ah, hey gidi eski gunler hey!" narasini attiran baska bir faktor de farkindalik.

30'lu yaslara kadar insanin farkindalik duygusu fazla gelismemis oluyor. 30'larindan sonra, ozellikle de ebeveyn olduktan sonra, insan etrafinda olup bitene daha kusbakisi bakabiliyor ve gorduklerinden ve duyduklarindan kendi sonuclarini cikarmaya basliyor. 30'larindan sonra insan sorgulamaya basliyor. Kendisine sunulan her fikri, her dusunceyi hemen kabul etmiyor. Bunlari kendi akil terazisinde tartiyor ve oylece sonuca variyor. Gazetede okudugu kose yazilarinin satir aralarini artik daha iyi yorumlayabiliyor  ve okuduklarindan, duyduklarindan ve yasadiklarindan kendine gore, kendi dogrularina gore mesajlar cikartiyor. Yani etrafinda olup bitenin farkina variyor.

Farkindalik duygusu her ne kadar insanin ayaklarinin yere saglam basmasini saglayan bir duygu ise de ayni zamanda insani karamsarliga da itebilen bir duygu. Gencken gozumuze iyi ve guzel gorunen insanlarin veya olaylarin bir anda karanlik taraflarinin da oldugunu fark ediyoruz ve irkiliyoruz. Genc bir kiz beyaz gelinlik ve beyaz atli prens hayalleriyle evlilige basladiktan birkac yil sonra evliligin dinamikleri icin de aldatmanin da oldugunun farkina variyor. Okuldan en iyi ogrenci olarak mezun olan biri aradan gecen onca yila ragmen kariyerinde hep hayal kirikliklari yasiyor ve de anliyor ki is dunyasinin karmasik denklemi sadece calisarak basarili olmayi kesinlikle garanti etmiyor. Veya kendisini esine ve cocuklarina adayarak uzun ve mutlu bir hayat surmenin hayallerini kuran bir kadin bir anda kendini hastane odasinda amansiz bir hastalikla mucadele ederken buluyor ve hayatin avuclarinin icinden akip gitmek uzere oldugunun farkina variyor.

Iste tum bu  "farkindaliklar"  bizi, henuz farkindaligimizin gelismemis oldugu gecmisimize goturuyor. Bizi derin bir  "offf"  cekmeye itiyor. Bence 50 yil once yasayan insanlar da kendi zamanlarinin 50 yil oncesini minnetle aniyorlardi. Cunku bizim gibi onlar da hayatin aslinda kocaman bir sahne ve kendilerinin de sadece minik birer figuran olduklarinin farkindalardi.  

13 Nisan 2011 Çarşamba

AssssssK

Hayattaki mutsuzluklarin tek sebebi var, o da asksizlik.

Asik olmak insanin ayaklarini yerden keser. Burada illa ki kadin-erkek askindan bahsetmiyorum. Kadin-erkek aski asklarin sadece bir cesidi. Ask beynin ve hormonlarin urettigi bir kendinden gecme hali. Mesela kendime bakiyorum. Gencken cok asik oldum, hem de deli divane. Asik oldugumda costum-tastim, biten asklarimin arkasindan sular seller gibi gozyasi doktum. Aski boylesine coskulu yasayinca Sezen Aksu'nun sarki sozlerini yuregimde tum sicakligiyla hissettim. Ancak yasadigim asklar bunlarla sinirli kalmadi. Hayatta yaptigim herseyin, attigim her adimin icine bir kasik ask katmayi ihmal etmedim. Ornegin is secimim. Populer meslekler veya gazetelerin  "gelecegin meslekleri"  basligiyla tanittigi meslekler beni hic ama hic enterese etmedi. Ben askla yapacagim meslegi sectim. Es secimim de oyle. Klasik  "beyaz atli prens"  kriterleri bana hicbir sey ifade etmedi. Ben asik oldugum kisiyle evlendim.

Gecenlerde bir arkadasim soyle birsey soyledi: "Erkek arkadasimla evlenmeye karar verdik. Zaten uzun suredir birlikte yasiyoruz. Evlenerek isin formalite kismini da halletmis olacagiz." Inanamadim. Iliskilerinde askin yeri nedir, bilemiyorum. Bazi evlilikler var ki asktan once guven ve karsilikli anlayis uzerine kuruluyor, bu bir tercih meselesi tabi. Ancak icinde ask olmadan "formalite icabi" yapilan hersey bana ruhsuz ve mutluluktan uzak geliyor.

Ask insani sarsar. Kanatlanip ucma hissi verir. Ask, dogru secimler ile donatilmazsa insanin gozunun kararmasina ve bir anda alasagi olmasina da sebep olabilir, dolayisiyla askin girdigi ortamlarda heyecan katsayisi yuksektir. Aska dogru yolu gosterip yikici degil yapici bir yon verdiginizde ise butun dunyalar bir anda ayaklarinizin altina seriliverir. Hayattan zevk alma katsayiniz tavan yapar.

Ask guzeldir :)

12 Nisan 2011 Salı

Bazen Zamani Geri Alasim Geliyor ...

Bunu soyleyecegim hic gelmezdi aklima.

Cocuklugumun bir kismi ailemize ait havuzlu bir evde gecti. Sadece cekirdek aile degil, amca-yenge-kuzen-babaanne hepimizin yaz aylarini birlikte gecirdigimiz aile evi. Cocuk gozumde o ev o kadar buyuk ve de havuzu o kadar derindi ki havuzun bir ucundan oteki ucuna gitmek gozumde cok buyurdu. Annem her gun hastaneden cikip saat tam 3'te eve gelirdi. Yaz aylarinda okul olmadigi icin annemin eve geldigi saate kadar gecen zaman bana asirlar gibi gelirdi. Zaman o kadar yavas akardi ki sanki saat 3 hic gelmeyecekmis gibi hissederdim. Saat 3'te annem geldiginde arabaya atlar ve hemen havuzlu evimize gider, ailemizle bulusur ve havuza girer, oyunlar oynar ve de aksam yemegimizi yerdik. Aksam yemeginden sonra da yorulana kadar gecemize devam eder ve oldukca gec bir saatte evlerimize dagilirdik. Bu sekilde gecen yaz tatillerimizde gunler sanki 24 saat degil de 34 saat gibi gelir, geceler hic bitmeyecekmis gibi uzar da uzardi.

Bugune bakiyorum ve de basim donuyor. Sabah saat 5:30'da gunum basliyor. Malum, hem cocuklari okula hazirla, hem de kendimi ise hazirla, sabah zamana ihtiyacim oluyor. Okul servisi saat 7:40 dedin mi kapida. Mazallah, 5 dakika geciktin mi gozunun yasina bakmadan basip gidiyor. Cocuklar servise bindi mi ben de arabaya atlayip ofise. Saat 8 civarinda ofise giriyorum ve de saate bir bakiyorum olmus 17:30. Ofisteyken zaman sudan bile hizli akip gidiveriyor kol saatimden. Kuafore gidip sacima hemen bir fon mu cektirsem yoksa markete gidip carcabuk eksikleri mi tamamlasam derken bir de bakiyorum saat 18:00. Herseyi bir kenara birakip eve gidiyorum ki minnoslar saat 19:30'da yataga gitmeden onlarla vakit gecirebileyim. Saat 18:00 ile 19:30 arasina aksam yemegi, biraz sohbet ve banyoyu sigdirmaya calisirken bir an evin icinde deli danalar gibi donup durdugumu fark ediyorum. Sonra cocuklar yataga, ben bilgisayarin veya televizyonun basina geciyorum. Genelde ya yazi yaziyorum ya da sevdigim dizilerden birini izliyorum. Bir de bakiyorum saat olmus 23:00. Eh, sabah 5:30'da mesaimin baslayacagini dusunerek 23:00'te yatagin yolunu tutuyorum. Ve ertesi sabah sil bastan.

10 yil boyunca Avrupa'da yasadigim sure icinde sanki alacakaranlik kusaginda yasamisim. Cocuklari okula gotur, arkadaslarla kahve ic, sohbet et, eve git yemekleri hazirla, evi toparla, aksam cocuklari okuldan al, islerini home-office kendi planina gore tamamla, istediginde anne gelsin cocuklarla kalsin, sen kocanla tatile cik. Bu gunler su anda bana asirlar oncesinde kalmis gibi geliyor.

Inanilmaz bir kosusturma icinde geciyor gunler. Avrupa'dayken aktif calisma yasamina geri donmek icin mizildanan ben simdi aktif is yasaminin carklarinin hizina yetismekte ruhen zorlaniyorum. Dedim ya degisimler sancilidir diye. Beden onden gider, ruh ise bedene yetismek icin fazla mesai yapar diye.

Neyse, fazla soylenmeyeyim, kocam duysa beni tefe koyar calar valla. "Sen istemedin mi illa da calisacagim diye, simdi sikayet etme sakin!" der, hakli da. Ne yapayim, degisim zamanlarinda cocuklugumdaki havuzlu evimiz aklima geliyor surekli, elimde degil.

Sevgiler.


8 Nisan 2011 Cuma

Hacli Seferleri Baslamis, Haberimiz Yok!

Gordunuz mu? Yine yaptilar yapacaklarini. Fransiz Icisleri Bakani Claude Gueant koalisyon guclerinin Libya operasyonunu  “Hacli Seferi”  olarak adlandirmis. Hatta bir de soyle demis: “Tanri’ya sukur ki Cumhurbaskanimiz (yani Sarkozy) Hacli Seferi’nin onderligini yaparak once BM’yi, ardinda Arap Birligi’ni ve Afrika Birligi’ni harekete gecirdi.”
Benim Avrupa ve Avrupa Birligi ile ilgili gorusum cok net. Avrupa’nin ipiyle kuyuya inilmez. Sert yorumlar yapmayayim diyorum, attiklari adimlarin sebebini objektif bir bakis acisiyla gormeye calisiyorum. Ama oyle bir laf ediyorlar ki herseyi yerle bir ediyorlar.
Hafizami yokluyorum ve de gelismis Bati ulkelerinin beni inanilmaz derecede rahatsiz eden bircok hareketi ve sozuyle karsilasiyorum. Bunlardan birkacini sizin icin asagida siraladim:
“Hayatimda basimdan asagi kaynar sularin dokuldugu tek an var. O da Irak’ta kitle imha silahlarinin olmadigini soyledikleri andir. Ne yani? Bu savasi bosuna mi baslattik?” George BUSH, yazdigi son kitabinda Irak Savasi’yla ilgili bolumde bunlari yazmis. Irak’a demokrasi getirmek icin degil de petrol icin girdiklerini soylemek istemis ama utanip da soyleyememis bence.
“Muslumanlardan es secmeyin. Karma evliliklerde zorluklar yasaniyor.”  Papa 16. Benedikt Katolik mezhebine yeni bir yon vermeye calisirken yabancilarla evlilik konusunda boyle bir aciklama yapti. Bu aciklamayi okudugumda cok sasirdim. Cunku gordum ki Papa’nin kafasinda dunya Katolikler ve de Katolik olmayan Muslumanlar diye 2’ye ayrilmis. Aslinda bunun sebepleri var. Hristiyan dunyasi kendi icinde cok sert bolunmeler yasiyor. Hristiyanlik dininin altindaki her mezhep kendini ayri bir din olarak goruyor ve kendi kilisesini kuruyor. Kendi aralarindaki iktidar savaslarindan dolayi bir araya gelerek  “buyuk Hristiyan birligi” gibi bir guc birligi olusturamiyorlar. Muslumanlik ise oyle degil. Muslumanlik’ta da mezhep ayriligi var. Ancak sonuc olarak her mezhep  “Muslumanlik”  etrafinda toplanmakta sakinca gormuyor. 1 yil kadar once tum Hristiyan mezheplerinin kiliseleri Roma’daki Katolik Kilisesi onderliginde bir araya geldiler ve guclerini birlestirmenin yollarini aramaya basladilar. Burada temel amac Muslumanlar’a karsi daha kuvvetli bir birlik olusturmak. Dolayisiyla Katolik Kilisesi yabancilarla evlilikleri degerlendirirken  “Hristiyan olmayanlarla evlenmeyin”  demek yerine  “Muslumanlarla evlenmeyin”  diye cagri yapiyor. Muslumanlik Hristiyanliktan sonraki en buyuk ikinci din.
Dunya tam anlamiyla sen-ben kavgasi icinde bogulmus durumda. Biz siradan vatandaslari ise bu kavga icinde kendimiz ve ailemiz icin en dogru olan yolu bulmaya calisiyoruz. Tarih tekerrur ediyor. 1. Dunya Savasi’yla birlikte Osmanli Imparatorlugu yikildi. Turkiye’nin taraf oldugu son savas 1. Dunya Savasi’ydi. Ve 1. Dunya Savasin’ndan beri cikan hicbir bolgesel ve global savasta Turkiye taraf olmadi, iyi de yapti. Su anda Avrupa’nin baslatmis oldugu  ‘Hacli Seferi (!!!)’nde de Turkiye yine taraf olmuyor ve de baristan yana oldugunu acik bir sekilde dile getiriyor. Dogru olan da bu.
 Avrupa ve Amerika baris, demokrasi ve refahi sadece ve sadece kendi insanlari icin istiyor. Gelismemis veya gelismekte olan ulkelere yardim etmek istemelerinin tek sebebi bu ulkelerde yaratacaklari yeni pazarlar ve de varsa somurebilecekleri dogal kaynaklar. Bugun Fransa’nin Fransa olmasinin sebeplerinin basinda somurgecilikte usta olmalari gelir. Keza Ingiltere ve Ispanya da ayni durumda.
Burada cevabini aramamiz gereken soru su: Bizi refaha ulastiracak sey Avrupa Birligi uyeligi mi? Yoksa Avrupa’nin yarattigi yasam standardini kendi icimizde yaratmanin yolunu aramak mi? Benim icin cevap cok ama cok net, umarim sizin icin de oyledir. Refahimizi ve yasam standardimizi arttirmanin yolunu Avrupa Birligi’nden  “faydalanarak”  kendi icimizde bulmaliyiz. Icinde bulundugumuz cografyadaki herkesin iyisinden yararlanip kotusunden uzak durmaliyiz. Savas yerine baris mesajlari vererek yolumuza devam etmeliyiz. Ve de en onemlisi kendi icimizde birlik olmaliyiz. Unutmayin ki demokrasinin ilk sarti her bireyin oy hakki olmasi. Dolayisiyla sayimiz ne kadar coksa oy hakkimiz da o kadar yuksek olacak.
Sevgiler.
Sukur egzersizi: Sukurler olsun ki savastan degil baristan yana olan bir ulkede yasiyorum.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Global mi? Glokal mi? Lokal mi?

ODTU'de universite okudugum yillarda bir dergi cikarirdik: GLOKAL. Bu isim bizim icin cok ama cok anlamliydi. Yuzunu aydinliga ve surekli gelisime cevirmis gencler olarak dunyada olup biten herseyden haberdar olmak istiyor ve ogrendiklerimizi evimizde, yani yasadigimiz mahallede, sehirde veya ulkede uygulamak istiyorduk. Glokal'in bizim icin anlami dunyada olan iyi uygulamalari getir ve kendi kulturunle birlikte harmanlayarak evinde uygula idi. Ne kadar cagdas ve ilerici bir anlayis, degil mi?

Zaman gectikce, is dunyasini tanidikca ve de dunya siyasetinin perde arkasinda yapilan hesaplari anlamaya basladikca Glokal'in aslinda tehlikeli bir anlami oldugunu gormeye basladim. Sovyetler Birligi'nin batmasiyla meydan Amerika Birlesik Devletleri'ne kaldi. Dunyanin en kapitalist ekonomisi olan Amerika globallesme akimini baslatti. Globallesmede amac kurulmus olan bir takim sistemleri (ki bu genelde Amerika ve Ingiltere merkezli sistemler oluyor) tum dunyaya noktasina-virgulune varana dek ayni olacak sekilde uygulamak. Ornegin Mc Donald's bunun en ama en guzel ornegi. Dunyanin degisik yerlerindeki Mc Donald's restoranlarina gidin, hepsi birbirinin aynisidir, hic sasmaz. Globallesme akimi ister istemez glokallesmeye basladi. Ornegin Mc Donald's'in aslinda Turkler'in damak zevkine hitap eden bir menusu yok. Ancak elindeki sermayenin gucuyle bugun Mc Donald's Turkiye'de genis bir restoran agina sahip. Cocuklarim henuz kucuk, halen yedikleri-ictikleri kontrolum altinda. Ancak ileride ben istesem de istemesem de Mc Donald's'a gideceklerini ve oradaki sagliksiz yiyecekleri tuketeceklerini biliyorum.

Bana kalirsa gunumuzde sermayenin gucu malesef kotuye kullaniliyor. Herseyin dogali pahali hale geldi. Organik urunler yerine abur-cubur globallesiyor. Dunyanin Dogu'su Bati'dan gelen herseye neredeyse sorgusuz-sualsiz kucak aciyor. Amerika Orta Dogu'ya demokrasi getirmek gibi sanli bir gorevi kendi kendine ustune aliniyor ve bunu savasla yapmak gibi amaciyla tamamen celisen bir yontem seciyor. Ancak savasa baslamadan birkac ay once tarihinin en buyuk silah satisini gerceklestiriyor. Hem de nereye? Orta Dogu'ya. Hersey ne kadar hesapli ve de planli, degil mi?

Globallesme ozu itibariyle anlamli bir kavram. Ancak globallesen unsurun ne olduguna bagli. Abur-cubur yerine dogal gidalar, silahlar yerine okullar, savas yerine baris, asitli icecekler yerine dogal meyve sulari globallesse problem yok. Ancak gunumuzde sermaye  "iyi"  yerine  "kotu"yu globallestiriyor, sonra bunu  "glokallesme"  adi altinda neredeyse koylere kadar her yere sokuyor ve lokal olan hicbir seye yasam hakki tanimiyor.

Bilemiyorum, yaslaniyor ve de bosuna kuruntu mu yapiyorum? Yoksa tum bu anlattiklarim gercek mi?

Herseyin  "dogali ve iyisi"yle dolu bir yasam gecirmeniz dilegiyle.

Sevgiler!