Hurriyet

30 Nisan 2011 Cumartesi

Kedi misin? Yoksa kopek mi?

Bazi insanlar vardir ki bulunduklari yere ait degillerdir. Bu insanlari bazen bircok arkadasiyla birlikte cekilmis bir fotograf karesinin icinde gorursunuz. Fotograftaki o kadar kisinin icinde yanindakiyle sarmas dolas olsa bile oraya ait olmadigi asikardir bu kisinin. Veya bircok insanin bulundugu bir partide bazi insanlar sanki her gece bu tip partilere katiliyormuscasina ortama hemen adapte olur, gidene kadar herkesle cene calarlar. Ama biri vardir ki partinin bitmesini iple cekermiscesine bir kosede elinde ickisiyle oylece durur. Bir nevi ortamda egreti kalir. Bu kisi aslinda yapi itibariyle cok neseli ve ilginc bir insan olabilir. Tek sorun oraya ait olmamasidir, kirmizi bir bluzun altina yesil bir etek giymek gibi, ikisi de canli renkler olmasina ragmen aralarinda uyum yoktur.

Gecenlerde bir arkadasim dedi ki insanlar aidiyet duygusu cercevesinde 2'ye ayrilirmis. Kediler ve kopekler. Kediler icin mekana baglilik daha onemliymis. Sahibi gitse de kedi ayni evde kaldigi surece kendini mutlu hissedermis. Kopekler ise insanlara bagimliymis. Isterse dunyanin bir ucundan oteki ucuna gitsin, sahibiyle gittigi surece geride biraktigi yerlere donup bakmazmis bile.

Cocuklugumdan beri bulundugum yere aslinda 100% ait olmadigima dair bir hissiyatim vardi icimde hep. Kendimi ait hissettigim tek yer ailem oldu, mekanlar beni hicbir zaman etkisi altina almadi. Bazen bunun nedenini dusunurken yakaliyorum kendimi. Acaba annemin Makedonya kokenleri mi bana hep uzaktan goz kirpti? Yoksa Ankara'da dogup buyumus olmasi mi benim Ankara'da okumama sebep oldu? Istanbul'a bundan 12 yil once is icin geldim ve 4 yil yasadim. Dedigim gibi, mekanlar beni etki altina alamadigi icin tum guzelligine ragmen kendimi Istanbul'a da ait hissetmedim. Yillar sonra cocuklarimla beraber Istanbul'a donunce aklima takilan soru su: Cocuklarim Istanbul'da buyurlerse kendilerini  "Istanbullu"  mu hissedecekler? Yoksa benim  "gocmen"  ruhum onlara da bulasmis midir?

Daha once de dedigim gibi, firarperestim ben. Gezmeyi ve denemeyi severim. Sevdiklerim yanimda oldugu surece geride biraktigim yere donup bakmam bile. Ait oldugum tek bir yer yok benim. Hayatimin albumunu yapsam ilk 18 yilin fotograf karesinde mekan Antep olur. 18-22 yas arasindaki mekan Ankara olur. 22-27 yas arasindaki mekan Istanbul olur. 27-37 yas arasindaki mekan Avrupa olur. Hepsinden bir parca almisimdir ama hicbiri bana %100 sahip olamaz.

Anlayacaginiz ben %100  "kopek"im :D  Ya siz?

23 Nisan 2011 Cumartesi

1'den Fazla Dil Ogrenmek Insan Beynini Nasil Etkiliyor?

Gecenlerde bir arkadasim yazi yazmaya nasil basladigimi sordu. Ilk etapta cevap veremedim, cunku nasil basladigimi ben de bilmiyorum, birdenbire oluverdi iste. Daha sonra ustunde biraz dusununce yazi yazmaya nasil ve neden baslamis olabilecegimle ilgili bazi fikirler geldi aklima.

Yazilarimi takip edenler bilirler, uzun sure yurtdisinda yasadiktan sonra 3 ay once Turkiye'ye dondum. Esimin anadili Ispanyolca ve biz evde aile olarak Ingilizce konusuyoruz. Cocuklarim Viyana'da dogdular. Hal boyle olunca cocuklar dogduklari andan itibaren 4 dile, yani Turkce, Ispanyolca, Ingilizce ve Almanca'ya maruz kaldilar. Gittigi okul Ingilizce olmasina ragmen buyuk oglum 4 yasina kadar tek bir Ingilizce kelime konusmadi ve de cok az Turkce konusuyordu. Tahmin edersiniz ki ben solugu konusma terapistinde aldim. Gittigim iki terapist de cocuklarin beyninin nasil bir sunger oldugunu, herseyi super bir sekilde nasil emdigini ve de endiselenecek birsey olmadigini soylediler. Nitekim evde konustugumuz dillerin sayisini azaltarak buyuk oglumu 4 yasinda konusmaya ikna edebildik. Ancak buyuk oglum kendini kelimelerle ifade edemedigi bu donemde matematigi kendi yasitlarindan cok daha hizli ogrendi. Ornegin okulda 3-4 yas grubu cocuklarina matematik konseptlerini ogretmeye basladiklarinda  "sifir", yani hiclik konseptini ilk anlayan oglum oldu, hatta yasitlarindan cok daha once sifir kavramini net bir sekilde anladi. Ogretmeni bir taraftan oglumun kendini kelimelerle ifade ederken yasadigi zorlukla ilgili endiselenirken diger taraftan beyninin matematigi algilayis seklini hayretler icinde izledi.

Bu konuda birkac makale okudum ve hala okuyorum. Makalelerin vardigi genel sonuc cok dilli cocuklarin ogrenme zorlugu cektigi ve akademik konularda yasitlarinin gerisinde kaldigi oluyor. Bu makalelerin hemen hemen hepsi Avrupa veya Amerika kaynakli. Yani gocmen sorununun akut hale geldigi ve bir turlu cozulemedigi bolgeler. Gunumuzde cocuklarin IQ seviyelerini olcmek icin uygulanan bir test var. Viscar Testi. Bu test dunyanin cesitli yerlerinde cocuklara cesitli sekillerde uygulanarak zeka seviyesini tespit amacli kullaniliyor. Mesela Almanya'da bu testi devlet bir nevi gizli bir sekilde Turk gocmen cocuklarina uyguluyor. Almanya'da yasayan Turklerin entegrasyon sorunu zaten ayyuka cikmis durumda, ozellikle de dil konusunda yasanan sorunlar var. Bu testte ornegin iki ayri sayfada bir takim sekiller gosteriliyor. Ve cocuktan birbirine benzeyen sekilleri eslestirmesi isteniyor. Cocuk  "eslestirme"  kelimesinin Almanca'sini bilmedigi icin soruya cevap veremiyor. Ancak zaten uygunsuz yontemlerle uygulanan bu testte cocuk dil (veya entegrasyon) eksikliginden dolayi dogru cevabi veremedigi icin  "dusuk zekalilar"  sinifina gonderiliyor. Ayni cocuk kendi dilinin konusuldugu ulke olan Turkiye'de ayni teste tabi tutuldugunda soruya dogru cevap verdigi icin  "normal zekali", hatta bazen  "ustun zekali"  olarak siniflandirilabiliyor.

Cocuklarim su anda 2 dil konusuyorlar. Kucuk oglum henuz yas itibariyle kucuk, ancak buyuk oglum matematikte gozle gorulur bir sekilde basarili. Dogdugu gunden beri beyninin coklu dil sistemiyle calismasindan dolayi, basta karisiklik yasamis olsa da, bu durumun beyin hucrelerini keskinlestirdigini ve bunun da akademik basarisina yansidigini gozlemliyorum.

Benim yazi yazmama gelince. 36 yasina kadar okuldaki kompozisyon odevleri haricinde hic yazi yazmamis biriydim. Son 10 yildir is ve aile ortamimda degisik dilleri ogrendikten sonra beynim farkli bir sekilde calismaya basladi. Olaylara sadece bir dilin penceresinden degil, 4 dilin penceresinden bakmaya baslayinca olaylarin farkli yuzlerini gormeye basladigimi hissediyorum. Dolayisiyla dunyadaki her insanin yasadigi deneyimleri, ornegin cocuk sahibi olmak, is yerinde yasanan catismalar, dunya siyaseti, 1 degil 4 pencereden bakarak degerlendirip, zaman zaman da olsa, bunlarla ilgili genel inanisin aksi olan sonuclara varmaya basladim. Ve de insanlar yazdiklarimi sevip kendilerinden bir parca buldukca ben yazmaya devam ettim.

Dil her zaman ogrenilebilecek birsey. Ancak yaslandikca ogrenme hizi azaliyor ve beynimizi istedigimiz gibi sekillendiremiyoruz. Dolayisiyla 3 yasindan itibaren cocuklarin hayatina ikinci bir dil sokmak onlara sadece ikinci bir dil kazandirmakla kalmiyor, beyinlerinin calisma hizini da iki katina cikararak onlarin akademik basarilarina katkida bulunuyor. Tabi cocuklarin dil egitiminin kontrollu ortamlarda, isin uzmani olan kisiler tarafindan yapilmasi kosuluyla. Turk bir anne-babanin cocuklari Ingilizce ogrensin diye evde Ingilizce konusmalarini cok anlamli bulmuyorum. Cunku dogal degil.

Herkese sevgiler.

17 Nisan 2011 Pazar

Farkindalik mi Bizi Mutsuz Eden?

Buyudukce gecmisimizi daha bir ozlemle aniyoruz, degil mi? Etrafinizda 40 yasini gecmis herkes en az bir kere soyle demistir mutlaka:

"Eskiden hayat daha kolaydi. Is bulmak bu kadar zor degildi ve soludugumuz hava daha temizdi!"

Bu aralar ben de sikca dusunur oldum. Acaba bundan 50 yil once hayat gercekten daha mi kolaydi? Yoksa bugun 40 yasinda olan biri bundan 50 yil once 40 yasinda olsaydi hayat yine bugunku kadar zor mu gelecekti?

Eminim ki 50 yil once bugune nazaran daha kolay olan seyler vardi. Bir kere bu kadar fazla insan yoktu. Cesmeden su icilebiliyordu. Cocuklar sokak ve bahcelerde buyuyordu. Ancak sanirim insana bu "aaah ah, hey gidi eski gunler hey!" narasini attiran baska bir faktor de farkindalik.

30'lu yaslara kadar insanin farkindalik duygusu fazla gelismemis oluyor. 30'larindan sonra, ozellikle de ebeveyn olduktan sonra, insan etrafinda olup bitene daha kusbakisi bakabiliyor ve gorduklerinden ve duyduklarindan kendi sonuclarini cikarmaya basliyor. 30'larindan sonra insan sorgulamaya basliyor. Kendisine sunulan her fikri, her dusunceyi hemen kabul etmiyor. Bunlari kendi akil terazisinde tartiyor ve oylece sonuca variyor. Gazetede okudugu kose yazilarinin satir aralarini artik daha iyi yorumlayabiliyor  ve okuduklarindan, duyduklarindan ve yasadiklarindan kendine gore, kendi dogrularina gore mesajlar cikartiyor. Yani etrafinda olup bitenin farkina variyor.

Farkindalik duygusu her ne kadar insanin ayaklarinin yere saglam basmasini saglayan bir duygu ise de ayni zamanda insani karamsarliga da itebilen bir duygu. Gencken gozumuze iyi ve guzel gorunen insanlarin veya olaylarin bir anda karanlik taraflarinin da oldugunu fark ediyoruz ve irkiliyoruz. Genc bir kiz beyaz gelinlik ve beyaz atli prens hayalleriyle evlilige basladiktan birkac yil sonra evliligin dinamikleri icin de aldatmanin da oldugunun farkina variyor. Okuldan en iyi ogrenci olarak mezun olan biri aradan gecen onca yila ragmen kariyerinde hep hayal kirikliklari yasiyor ve de anliyor ki is dunyasinin karmasik denklemi sadece calisarak basarili olmayi kesinlikle garanti etmiyor. Veya kendisini esine ve cocuklarina adayarak uzun ve mutlu bir hayat surmenin hayallerini kuran bir kadin bir anda kendini hastane odasinda amansiz bir hastalikla mucadele ederken buluyor ve hayatin avuclarinin icinden akip gitmek uzere oldugunun farkina variyor.

Iste tum bu  "farkindaliklar"  bizi, henuz farkindaligimizin gelismemis oldugu gecmisimize goturuyor. Bizi derin bir  "offf"  cekmeye itiyor. Bence 50 yil once yasayan insanlar da kendi zamanlarinin 50 yil oncesini minnetle aniyorlardi. Cunku bizim gibi onlar da hayatin aslinda kocaman bir sahne ve kendilerinin de sadece minik birer figuran olduklarinin farkindalardi.  

13 Nisan 2011 Çarşamba

AssssssK

Hayattaki mutsuzluklarin tek sebebi var, o da asksizlik.

Asik olmak insanin ayaklarini yerden keser. Burada illa ki kadin-erkek askindan bahsetmiyorum. Kadin-erkek aski asklarin sadece bir cesidi. Ask beynin ve hormonlarin urettigi bir kendinden gecme hali. Mesela kendime bakiyorum. Gencken cok asik oldum, hem de deli divane. Asik oldugumda costum-tastim, biten asklarimin arkasindan sular seller gibi gozyasi doktum. Aski boylesine coskulu yasayinca Sezen Aksu'nun sarki sozlerini yuregimde tum sicakligiyla hissettim. Ancak yasadigim asklar bunlarla sinirli kalmadi. Hayatta yaptigim herseyin, attigim her adimin icine bir kasik ask katmayi ihmal etmedim. Ornegin is secimim. Populer meslekler veya gazetelerin  "gelecegin meslekleri"  basligiyla tanittigi meslekler beni hic ama hic enterese etmedi. Ben askla yapacagim meslegi sectim. Es secimim de oyle. Klasik  "beyaz atli prens"  kriterleri bana hicbir sey ifade etmedi. Ben asik oldugum kisiyle evlendim.

Gecenlerde bir arkadasim soyle birsey soyledi: "Erkek arkadasimla evlenmeye karar verdik. Zaten uzun suredir birlikte yasiyoruz. Evlenerek isin formalite kismini da halletmis olacagiz." Inanamadim. Iliskilerinde askin yeri nedir, bilemiyorum. Bazi evlilikler var ki asktan once guven ve karsilikli anlayis uzerine kuruluyor, bu bir tercih meselesi tabi. Ancak icinde ask olmadan "formalite icabi" yapilan hersey bana ruhsuz ve mutluluktan uzak geliyor.

Ask insani sarsar. Kanatlanip ucma hissi verir. Ask, dogru secimler ile donatilmazsa insanin gozunun kararmasina ve bir anda alasagi olmasina da sebep olabilir, dolayisiyla askin girdigi ortamlarda heyecan katsayisi yuksektir. Aska dogru yolu gosterip yikici degil yapici bir yon verdiginizde ise butun dunyalar bir anda ayaklarinizin altina seriliverir. Hayattan zevk alma katsayiniz tavan yapar.

Ask guzeldir :)

12 Nisan 2011 Salı

Bazen Zamani Geri Alasim Geliyor ...

Bunu soyleyecegim hic gelmezdi aklima.

Cocuklugumun bir kismi ailemize ait havuzlu bir evde gecti. Sadece cekirdek aile degil, amca-yenge-kuzen-babaanne hepimizin yaz aylarini birlikte gecirdigimiz aile evi. Cocuk gozumde o ev o kadar buyuk ve de havuzu o kadar derindi ki havuzun bir ucundan oteki ucuna gitmek gozumde cok buyurdu. Annem her gun hastaneden cikip saat tam 3'te eve gelirdi. Yaz aylarinda okul olmadigi icin annemin eve geldigi saate kadar gecen zaman bana asirlar gibi gelirdi. Zaman o kadar yavas akardi ki sanki saat 3 hic gelmeyecekmis gibi hissederdim. Saat 3'te annem geldiginde arabaya atlar ve hemen havuzlu evimize gider, ailemizle bulusur ve havuza girer, oyunlar oynar ve de aksam yemegimizi yerdik. Aksam yemeginden sonra da yorulana kadar gecemize devam eder ve oldukca gec bir saatte evlerimize dagilirdik. Bu sekilde gecen yaz tatillerimizde gunler sanki 24 saat degil de 34 saat gibi gelir, geceler hic bitmeyecekmis gibi uzar da uzardi.

Bugune bakiyorum ve de basim donuyor. Sabah saat 5:30'da gunum basliyor. Malum, hem cocuklari okula hazirla, hem de kendimi ise hazirla, sabah zamana ihtiyacim oluyor. Okul servisi saat 7:40 dedin mi kapida. Mazallah, 5 dakika geciktin mi gozunun yasina bakmadan basip gidiyor. Cocuklar servise bindi mi ben de arabaya atlayip ofise. Saat 8 civarinda ofise giriyorum ve de saate bir bakiyorum olmus 17:30. Ofisteyken zaman sudan bile hizli akip gidiveriyor kol saatimden. Kuafore gidip sacima hemen bir fon mu cektirsem yoksa markete gidip carcabuk eksikleri mi tamamlasam derken bir de bakiyorum saat 18:00. Herseyi bir kenara birakip eve gidiyorum ki minnoslar saat 19:30'da yataga gitmeden onlarla vakit gecirebileyim. Saat 18:00 ile 19:30 arasina aksam yemegi, biraz sohbet ve banyoyu sigdirmaya calisirken bir an evin icinde deli danalar gibi donup durdugumu fark ediyorum. Sonra cocuklar yataga, ben bilgisayarin veya televizyonun basina geciyorum. Genelde ya yazi yaziyorum ya da sevdigim dizilerden birini izliyorum. Bir de bakiyorum saat olmus 23:00. Eh, sabah 5:30'da mesaimin baslayacagini dusunerek 23:00'te yatagin yolunu tutuyorum. Ve ertesi sabah sil bastan.

10 yil boyunca Avrupa'da yasadigim sure icinde sanki alacakaranlik kusaginda yasamisim. Cocuklari okula gotur, arkadaslarla kahve ic, sohbet et, eve git yemekleri hazirla, evi toparla, aksam cocuklari okuldan al, islerini home-office kendi planina gore tamamla, istediginde anne gelsin cocuklarla kalsin, sen kocanla tatile cik. Bu gunler su anda bana asirlar oncesinde kalmis gibi geliyor.

Inanilmaz bir kosusturma icinde geciyor gunler. Avrupa'dayken aktif calisma yasamina geri donmek icin mizildanan ben simdi aktif is yasaminin carklarinin hizina yetismekte ruhen zorlaniyorum. Dedim ya degisimler sancilidir diye. Beden onden gider, ruh ise bedene yetismek icin fazla mesai yapar diye.

Neyse, fazla soylenmeyeyim, kocam duysa beni tefe koyar calar valla. "Sen istemedin mi illa da calisacagim diye, simdi sikayet etme sakin!" der, hakli da. Ne yapayim, degisim zamanlarinda cocuklugumdaki havuzlu evimiz aklima geliyor surekli, elimde degil.

Sevgiler.


8 Nisan 2011 Cuma

Hacli Seferleri Baslamis, Haberimiz Yok!

Gordunuz mu? Yine yaptilar yapacaklarini. Fransiz Icisleri Bakani Claude Gueant koalisyon guclerinin Libya operasyonunu  “Hacli Seferi”  olarak adlandirmis. Hatta bir de soyle demis: “Tanri’ya sukur ki Cumhurbaskanimiz (yani Sarkozy) Hacli Seferi’nin onderligini yaparak once BM’yi, ardinda Arap Birligi’ni ve Afrika Birligi’ni harekete gecirdi.”
Benim Avrupa ve Avrupa Birligi ile ilgili gorusum cok net. Avrupa’nin ipiyle kuyuya inilmez. Sert yorumlar yapmayayim diyorum, attiklari adimlarin sebebini objektif bir bakis acisiyla gormeye calisiyorum. Ama oyle bir laf ediyorlar ki herseyi yerle bir ediyorlar.
Hafizami yokluyorum ve de gelismis Bati ulkelerinin beni inanilmaz derecede rahatsiz eden bircok hareketi ve sozuyle karsilasiyorum. Bunlardan birkacini sizin icin asagida siraladim:
“Hayatimda basimdan asagi kaynar sularin dokuldugu tek an var. O da Irak’ta kitle imha silahlarinin olmadigini soyledikleri andir. Ne yani? Bu savasi bosuna mi baslattik?” George BUSH, yazdigi son kitabinda Irak Savasi’yla ilgili bolumde bunlari yazmis. Irak’a demokrasi getirmek icin degil de petrol icin girdiklerini soylemek istemis ama utanip da soyleyememis bence.
“Muslumanlardan es secmeyin. Karma evliliklerde zorluklar yasaniyor.”  Papa 16. Benedikt Katolik mezhebine yeni bir yon vermeye calisirken yabancilarla evlilik konusunda boyle bir aciklama yapti. Bu aciklamayi okudugumda cok sasirdim. Cunku gordum ki Papa’nin kafasinda dunya Katolikler ve de Katolik olmayan Muslumanlar diye 2’ye ayrilmis. Aslinda bunun sebepleri var. Hristiyan dunyasi kendi icinde cok sert bolunmeler yasiyor. Hristiyanlik dininin altindaki her mezhep kendini ayri bir din olarak goruyor ve kendi kilisesini kuruyor. Kendi aralarindaki iktidar savaslarindan dolayi bir araya gelerek  “buyuk Hristiyan birligi” gibi bir guc birligi olusturamiyorlar. Muslumanlik ise oyle degil. Muslumanlik’ta da mezhep ayriligi var. Ancak sonuc olarak her mezhep  “Muslumanlik”  etrafinda toplanmakta sakinca gormuyor. 1 yil kadar once tum Hristiyan mezheplerinin kiliseleri Roma’daki Katolik Kilisesi onderliginde bir araya geldiler ve guclerini birlestirmenin yollarini aramaya basladilar. Burada temel amac Muslumanlar’a karsi daha kuvvetli bir birlik olusturmak. Dolayisiyla Katolik Kilisesi yabancilarla evlilikleri degerlendirirken  “Hristiyan olmayanlarla evlenmeyin”  demek yerine  “Muslumanlarla evlenmeyin”  diye cagri yapiyor. Muslumanlik Hristiyanliktan sonraki en buyuk ikinci din.
Dunya tam anlamiyla sen-ben kavgasi icinde bogulmus durumda. Biz siradan vatandaslari ise bu kavga icinde kendimiz ve ailemiz icin en dogru olan yolu bulmaya calisiyoruz. Tarih tekerrur ediyor. 1. Dunya Savasi’yla birlikte Osmanli Imparatorlugu yikildi. Turkiye’nin taraf oldugu son savas 1. Dunya Savasi’ydi. Ve 1. Dunya Savasin’ndan beri cikan hicbir bolgesel ve global savasta Turkiye taraf olmadi, iyi de yapti. Su anda Avrupa’nin baslatmis oldugu  ‘Hacli Seferi (!!!)’nde de Turkiye yine taraf olmuyor ve de baristan yana oldugunu acik bir sekilde dile getiriyor. Dogru olan da bu.
 Avrupa ve Amerika baris, demokrasi ve refahi sadece ve sadece kendi insanlari icin istiyor. Gelismemis veya gelismekte olan ulkelere yardim etmek istemelerinin tek sebebi bu ulkelerde yaratacaklari yeni pazarlar ve de varsa somurebilecekleri dogal kaynaklar. Bugun Fransa’nin Fransa olmasinin sebeplerinin basinda somurgecilikte usta olmalari gelir. Keza Ingiltere ve Ispanya da ayni durumda.
Burada cevabini aramamiz gereken soru su: Bizi refaha ulastiracak sey Avrupa Birligi uyeligi mi? Yoksa Avrupa’nin yarattigi yasam standardini kendi icimizde yaratmanin yolunu aramak mi? Benim icin cevap cok ama cok net, umarim sizin icin de oyledir. Refahimizi ve yasam standardimizi arttirmanin yolunu Avrupa Birligi’nden  “faydalanarak”  kendi icimizde bulmaliyiz. Icinde bulundugumuz cografyadaki herkesin iyisinden yararlanip kotusunden uzak durmaliyiz. Savas yerine baris mesajlari vererek yolumuza devam etmeliyiz. Ve de en onemlisi kendi icimizde birlik olmaliyiz. Unutmayin ki demokrasinin ilk sarti her bireyin oy hakki olmasi. Dolayisiyla sayimiz ne kadar coksa oy hakkimiz da o kadar yuksek olacak.
Sevgiler.
Sukur egzersizi: Sukurler olsun ki savastan degil baristan yana olan bir ulkede yasiyorum.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Global mi? Glokal mi? Lokal mi?

ODTU'de universite okudugum yillarda bir dergi cikarirdik: GLOKAL. Bu isim bizim icin cok ama cok anlamliydi. Yuzunu aydinliga ve surekli gelisime cevirmis gencler olarak dunyada olup biten herseyden haberdar olmak istiyor ve ogrendiklerimizi evimizde, yani yasadigimiz mahallede, sehirde veya ulkede uygulamak istiyorduk. Glokal'in bizim icin anlami dunyada olan iyi uygulamalari getir ve kendi kulturunle birlikte harmanlayarak evinde uygula idi. Ne kadar cagdas ve ilerici bir anlayis, degil mi?

Zaman gectikce, is dunyasini tanidikca ve de dunya siyasetinin perde arkasinda yapilan hesaplari anlamaya basladikca Glokal'in aslinda tehlikeli bir anlami oldugunu gormeye basladim. Sovyetler Birligi'nin batmasiyla meydan Amerika Birlesik Devletleri'ne kaldi. Dunyanin en kapitalist ekonomisi olan Amerika globallesme akimini baslatti. Globallesmede amac kurulmus olan bir takim sistemleri (ki bu genelde Amerika ve Ingiltere merkezli sistemler oluyor) tum dunyaya noktasina-virgulune varana dek ayni olacak sekilde uygulamak. Ornegin Mc Donald's bunun en ama en guzel ornegi. Dunyanin degisik yerlerindeki Mc Donald's restoranlarina gidin, hepsi birbirinin aynisidir, hic sasmaz. Globallesme akimi ister istemez glokallesmeye basladi. Ornegin Mc Donald's'in aslinda Turkler'in damak zevkine hitap eden bir menusu yok. Ancak elindeki sermayenin gucuyle bugun Mc Donald's Turkiye'de genis bir restoran agina sahip. Cocuklarim henuz kucuk, halen yedikleri-ictikleri kontrolum altinda. Ancak ileride ben istesem de istemesem de Mc Donald's'a gideceklerini ve oradaki sagliksiz yiyecekleri tuketeceklerini biliyorum.

Bana kalirsa gunumuzde sermayenin gucu malesef kotuye kullaniliyor. Herseyin dogali pahali hale geldi. Organik urunler yerine abur-cubur globallesiyor. Dunyanin Dogu'su Bati'dan gelen herseye neredeyse sorgusuz-sualsiz kucak aciyor. Amerika Orta Dogu'ya demokrasi getirmek gibi sanli bir gorevi kendi kendine ustune aliniyor ve bunu savasla yapmak gibi amaciyla tamamen celisen bir yontem seciyor. Ancak savasa baslamadan birkac ay once tarihinin en buyuk silah satisini gerceklestiriyor. Hem de nereye? Orta Dogu'ya. Hersey ne kadar hesapli ve de planli, degil mi?

Globallesme ozu itibariyle anlamli bir kavram. Ancak globallesen unsurun ne olduguna bagli. Abur-cubur yerine dogal gidalar, silahlar yerine okullar, savas yerine baris, asitli icecekler yerine dogal meyve sulari globallesse problem yok. Ancak gunumuzde sermaye  "iyi"  yerine  "kotu"yu globallestiriyor, sonra bunu  "glokallesme"  adi altinda neredeyse koylere kadar her yere sokuyor ve lokal olan hicbir seye yasam hakki tanimiyor.

Bilemiyorum, yaslaniyor ve de bosuna kuruntu mu yapiyorum? Yoksa tum bu anlattiklarim gercek mi?

Herseyin  "dogali ve iyisi"yle dolu bir yasam gecirmeniz dilegiyle.

Sevgiler!