Hurriyet

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Benim çocuğum süper çocuk!

Anne-babaların süper çocuk yaratma sendromu ileride bu çocukların asosyal, tatminsiz ve dolayısıyla mutsuz insanlar olmalarına sebep oluyor. Hele de bunu yaparken anne-baba çocuğun yeteneklerini ve isteklerini bir kenara bırakıp çocuk için sadece kendi bildikleri ve inandıkları doğrultusunda bir yol haritası çizerse vay o çocuğun haline!

Amerikalılarda  "stage mum"  diye bir tabir var. "Stage mum"  tarzındaki anneler (veya babalar, ancak genelde çocukların yetiştirilme tarzını anneler şekillendiriyor) kendi hırsları doğrultusunda çocuklarını mükemmeliyetçi bir şekilde yetiştiren, çoğu zaman çocuklarını yaşından büyük efor gerektiren aktivitelerde yarışmalara sokan ve bunu çocuğu ve kendisi için bir yaşam biçimi haline getiren anne-babalardan bahsediyorum.

Hepimiz çocuklarımızın en iyi standartlarda eğitim görmesini ve yaşamasını isteriz, değil mi? Ancak, hayatın her alanında olduğu gibi burada da kantarın topuzunu kaçırıp kendi hırslarımızı çocuklarımız aracılığı ile gerçekleştirmeye çalıştığımız zamanlar aslında çocuğumuzu ve kendimizi ne kadar yorduğumuzun ve yıprattığımızın farkına varmayız, varamayız.

Geçenlerde kendisi de öğretmen olan bir veliyle konuşuyordum. Çocuklarımı gönderdiğim okulun adını duyunca okula verdi veriştirdi ve çocuklarımı neden kendi çocuğunun devam ettiği okula göndermediğimi sordu. Kendi çocuğunun gittiği okulun Türkiye'nin en iyi okulu olduğunu, okulda öğrencilerin sarı kart ve kırmızı kart disipliniyle eğitildiğini, çocuğunun ayrıca özel ders aldığını ve boş zamanlarında da voleybol oynayarak ne kadar iyi bir sporcu olduğunu kanıtladığından bahsetti.

Başarıya ve başarılı insanlara hiçbir itirazım yok. Hatta beni tanıyanlar başarıyı ve başarılı insanları ne kadar takdir ettiğimi ve başarının benim için ne kadar önemli olduğunu bilir. Ancak bu sevgili öğretmenimizin/velimizin söylediklerinde beni rahatsız eden 2 şey oldu, şöyle ki:

1) Çocuklarımı gönderdiğim okulu yerle bir eden yorumlar yaparken aslında bana söylediği şuydu: "Sen yeterli araştırma yapmadan çocuklarını önüne çıkan ilk okula vermişsin, yani umursamaz bir velisin". Beni bilmeden etmeden nasıl böyle bir yorum yapma cüretinde bulundu anlamadım doğrusu.

2) Bir eğitmenin sarı kart ve kırmızı kart ile verilen eğitimin dünyanın en iyi eğitimi olduğunu savunmasına inanmakta oldukça zorluk çektim.

Benim de kafam her anne-baba gibi çocukların eğitimi konusunda karışık. Çünkü Türkiye'deki eğitim sisteminin getirdiği belirsizliklerle birlikte ben işimden dolayı 2-3 yıl sonra Türkiye'de mi yaşayacağım, onu bile bilmiyorum (bu da bizim hayatımıza heyecan katan yegane faktör aslına bakarsanız :) Anne-baba olarak çocuklarımıza genel bir yaşam disiplini vermekte ben de eşim de pek zorlanmadık. Hani bazı aileler çocuğun yeme-içme-uyuma düzenini oturtmakta zorlanır ve sofra adabını öğretmekte pek de acele etmezler ya ... Bizim bu konularda oldukça başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. Yani çocuklarımızı laf dinlemeleri veya hata yapmamaları için sarı kart - kırmızı kart sistemine tabi tutmaktan ziyade onlarla konuşarak ve düzenli yaşamalarını sağlayarak disipline etme yolunu seçtik ve bence sonuç harika oldu.

Türkiye'deki çoğu yetişkinin yaşadığımız çağın gereklilikleri ve Türkiye dışında dünyada neler olup bittiği ile ilgili farkındalıklarının olmadığını düşünüyorum. Farkındalığı böylesine az olan bir velinin ayrıca ülkenin gelecek nesillerini yetiştiren okulda öğretmenlik yapıyor olması da ayrıca üzücü. Türkiye'deki sınavla öğrenci alan en iyi devlet okullarından mezun olmuş ve 10 yılını Avrupa'da geçirmiş bir insan olarak iddia edebilirim ki Türkiye'de devletin sağladığı  "öğretim" -yani işin akademik kısmı-  dünya standartlarında oldukça rekabetçi bir konumda. Tabi ki bu noktada sınavla öğrenci yerleştiren kalifiye devlet okullarından bahsediyorum; örneğin Anadolu Liseleri, sonrasında üniversite aşamasında ODTÜ, Boğaziçi, vs. Ancak çuvalladığımız nokta işin  "eğitim"  kısmı. Eğitim kurumlarımızda yaratıcılığı körelten bir taraf var. Sosyal aktiviteler yok denecek kadar az ve hiç önemsenmiyor. Sosyal aktiviteye de işin  "öğretim"  kısmı kadar önem veren okul  "laylaylom"  okul olarak adlandırılıyor. Ve en önemlisi de çocuğun yetenekleri ve istekleri hiçbir şekilde göz önüne alınmadan sadece  "Hangi meslek daha çok para kazandırır?"  mantığıyla meslek edindiren bir eğitim sistemimiz var. Yani akademik anlamda rekabetçi ancak özgüveni çok düşük bireyler yetiştiren bir sistemden bahsediyoruz.

Az önce de söylediğim gibi; çocuklarımın eğitimi konusunda benim de kafam en az sizin kadar karışık. Ancak emin olduğum tek konu var: İnsan sevdiği ve yatkın olduğu mesleği yapar ve bu mesleği kazandıran  "en iyi okuldan"  mezun olursa ileride başarılı olma ihtimali son derece yükseliyor. Ayrıca unutmayalım ki insanın mezun olduğu okul ileriki yaşantısındaki  "network"  ünün de temellerini atıyor.

Tekrar merhaba ve sevgiler.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Hırslı Olmak Kötü mü?

Hırs, bizim kültürümüzde kötü, olmaması gereken hatta ayıp bir olgu olarak algılanır. Hırs ile ilgili düşünürken karşıma çıkan ilk internet sitesindeki tanımı okumak beni şaşırttı:
 
"Hırslı insan helal-haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak ister. Hırs veya tamah kalb hastalıklarındandır. Hırsı bırak da yorulma."
 
 "Ademoğlu helak olsa, ihtiyarlasa bile onda hırs ve emel yine kalır (Hadis-i Şerif-Hilyet-Ül-Evliya)."
 
Görünen o ki bizim kültürümüzde hırsa karşı oluşmuş olan bu önyargıda dini öğretilerin payı var.
 
Ben hırslı bir insanım. Ve bugüne kadar bunun zararını görmedim, aksine hayatıma güzellikler, yenilik, heyecan ve renk katan bir  "kalb hastalığı"  hırs benim için. Hayatta bir sonraki adımı atmak, hayalleri gerçekleştirmek için hırs olmazsa olmaz. İnsanlık tarihini etkileyen ve hayatımızda yer edinen insanları bir düşünün: Az önce gözyaşları içinde Serenad kitabını bitirdiğim Zülfü Livaneli, her dinlediğimde beni çocukluğumun Gaziantep'ine ve aile toplantılarında büyüklerimizin söylediği şarkılara götüren Ey Şuh-i Sertab'ın yaratıcısı Sertab Erener, her kitabında ve her demecinde kendimden birçok parça bulduğum Orhan Pamuk ve Elif Şafak, her 4 yılda bir heyecanla beklediğim Olimpiyat Oyunları. Bunlar benim hayatımda yer edinen insanlardan ve olaylardan sadece birkaçı. Veya herhangi bir hastalık durumunda konuda uzman herhangi bir doktordan ziyade konuyu en iyi bilen doktora gitmenin yolunu mutlaka buluruz, değil mi? Zülfü'nün, Sertab'ın, Orhan, Elif ve Olimpiyat sporcularının ve konusunda uzman en iyi isimsiz doktorun ortak paydası kendi alanlarında en iyi noktaya gelmelerini sağlayan hırsları.
 
Bence hırsın adını temize  çıkarmak için  "hırs"  ve  "inat"  arasındaki ince farkı ayırt etmek gerekir. Çoğumuz etrafımızda olan bitenle inatlaşırız. Trafikte en öne geçme inadı, elimizde olmayan sebeplerden dolayı başaramadığımız bir işi tekrar tekrar başarmaya çalışmak için inat etme. Hayatla böylesine anlamsızca inatlaşırken sanırız ki bizi güden duygu hırs. Etrafımızdaki birkaç kişi  "inat etme artık, bırak şu işin peşini de rahatla artık"  dedikçe de işi daha çok inada bindiririz, çünkü gururumuza dokunur başarısızlık. İşte bu noktada  "hırs"  ve  "inat"  arasındaki ayırımı yapabilmek insanın hayatında siyah ve beyaz arasındaki fark kadar büyük fark yaratır. Yapabilecekleri ile yapamayacaklarını ayırabilen insan  "hırs"  duygusu ile hareket eder, sebat eder ve enerjisini doğru kanalize ederse hayatta harikalar yaratabilir. Ancak  "inat"  duygusunun esiri olan insan ise ancak şansı yaver giderse başarıya ulaşabilir.  
 
Siz hangi kalb hastalığından muzdaripsiniz? Hırs mı? İnat mı?
 
Sevgiler.