Hurriyet

28 Ekim 2012 Pazar

Sevmekle kontrol etmek arasındaki fark

Sevdiklerimiz bizim için çok değerli.
 
İstiyoruz ki sevdiğimiz insanlara hiçbir şey olmasın, onlar her zaman bizim yanı başımızda bulunsun.
 
Teyzem bir Alman vatandaşı ile evli. Eniştemin daha önceki evliliğinden 4 çocuğu var. En küçüğü 30'lu yaşların ortasında. Bir gün bir aile toplantısı sırasında eniştem şöyle dedi:
 
'Çocuklarım artık büyüdüler. Hayatlarına müdahale etmek mümkün değil, ne isterlerse onu yapıyorlar ve yapacaklar. Bu konuda ebeveyn olarak ihtiyaçları olduğunda onların yanında olmaktan başka birşey yapamam.'
 
Salonda bulunan aile bireylerinden Türk olanlardan bazıları tepki gösterdi. Hatta bir tanesi dedi ki:
 
'Ne demek çocuğumun hayatına karışamam? Öyle şey mi olur canım?'
 
Ne kadar farklı iki bakış açısı,değil mi?
 
İki ebeveyn de çocuklarını çok seviyor. Ancak çocuklarıyla iletişim konusunda birbirinden tamamen farklı yöntemler seçiyorlar. Avrupalı, çocukların belli bir yaştan sonra özgürlük alanına müdahale hakkını kendinde görmüyor, sadece gerektiği durumda çocuğunun yanında olmayı tercih ediyor (Avrupalılar içinde aile bağlarını tamamen yitirmiş çok insan da var tabi, burada verdiğim örnek ailesine sahip çıkan bir Avrupalı). Türk ebeveyn ise çocuğunun hayatına her yaşta müdahale etmeyi ebeveynliğin getirdiği bir görev, hatta biraz da hak olarak görüyor.
 
Türk ebeveynlere kötü bir haberim var. Sevmek ile kontrol etmek veya müdahale etmek arasındaki farkı gözetmeyen ebeveynler ile çocukların arasındaki iletişim bir yerden sonra kopuyor. Çocuklar da bir yaştan sonra yetişkin, hatta ebeveyn oluyor ve kendi hayatlarını kurup kendi tercihlerini yapmak istiyorlar. Ancak çocuğunun yetişkin olarak yaptığı tercihleri göz ardı eden ve bunu  'sevgi'  adı altında yapan ebeveynler aslen çocuklarının tercihlerine saygı göstermemiş oluyor; sevmekten ziyade çocukların hayatlarını kontrol etmeye çalışan anne-baba profili çiziyorlar.
 
Sevmek güzel şey, sevdiklerimize destek olmak ise hayatımıza anlam katıyor. Ancak severken sevdiklerinizin tercihlerine ne kadar saygı duyuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? 


26 Ekim 2012 Cuma

Bencil olmak pek de kötü sayılmaz

Mutlulukla bencil olmak arasında sanırım doğru bir orantı var.
 
Birçok kişi bu çıkarıma  "Aaaa, nereden çıktı şimdi bu, olur mu öyle şey!"  diyebilir. Ancak ben herkesin ne dediğinden ziyade kendimi nasıl hissettiğimle ilgileniyorum şu sıralar.
 
Terk edilen kadınlar derler ya; "saçımı süpürge ettim, yine de yaranamadım"  diye.
 
Veya iş yerinde istediği terfiyi yıllar geçse de alamayan biri  "yıllardır her dediğini yapıyorum, her seferinde ilk yardımına koşan ben oluyorum, yine de yaranamıyorum!"
 
Gerçek şu ki hayat kendisine iyi davranmayan ve gerekli özeni göstermeyen kişilere iyi davranmıyor, hatta bu kişileri hor kullanıyor.
 
Aksine, kendisini hayatın merkezine koyan ve kendi mutluluğunu ön plana koyan kişilere ise sanki daha bonkör davranıyor.
 
Hayatını çocuklarına adamış kadınlara bakıyorum, etrafta pijamayı andıran eşofman takımlarıyla ve genel anlamda boşvermiş bir edayla geziyorlar. Hayatına çocuklarla birlikte farklı başka şeyler üreterek devam eden kadınlara baktığımda ise daha özgüvenli ve sakin kişilikler görüyorum.
 
Veya iş yerlerine bakın. Her talebe  "evet"  diyen ve gece yarılarına kadar çalışan kişiler genelde yorgun ve bıkkın bir ifadeyle güne başlıyorlar. Ancak belli bir iş disiplini çerçevesinde çalışan ve "hayır"  diyebilen insanların sabah ofise girişleri de enerji yüklü oluyor. 
 
Burada yalnız kalma pahasına bencil olmaktan bahsetmediğimi anladınız, değil mi? Lütfen kendinizi sevin ve hoş görün. Hayat kendinizi sevdiğiniz derecede iyi davranacaktır size.
 
Sevgi ve mutluluk dileklerimle ...


Şeker gibi bir bayram geçiriyoruz :)

Hatırlarsanız geçen yıl bu zamanlar kayınvalidem bizi ziyarete gelmişti. Çocuklar kadıncağızı bir türlü eve sığdırmamışlardı. (Nedense) babaannelerin anneannelerden daha az  sevildiği gerçeğinin yanı sıra iletişim sorunu vardı. Kayınvalidemin anadili İspanyolca. Ancak geçen yıla kadar biz evde İngilize ve Türkçe konuştuğumuz için çocuklar kendilerini İspanyolca ifade edemiyorlardı, tabi bundan dolayı da babaanneyle yakınlık kurmak mümkün olmamıştı.
 
Eşimle düşünüp taşındık, bu işi çözmenin ve İspanyolca'yı çocuklara onları sıkmayacak şekilde öğretmenin yolunu bulmaya çalıştık Ve babaanneyi bir süre bizde kalması üzere davet etmeye karar verdik.
 
Başlangıçta açikçası eşim de ben de verdiğimiz bu kararın ne kadar doğru olduğu konusunda endişeliydik. Ben kayınvalidemi insan olarak çok severim. Çocuklarından başlamak üzere etrafındaki herkesi olduğu gibi kabul eden, saygı ve sevgi sınırları içerisinde yaşamayı ilke edinmiş ve çocuklara karşı son derece merhametli ve sabırlı bir insan. Ayrıca, zamanında anaokulu öğretmenliği okumuş, dolayısıyla öğretme nosyonunu bilen biri. Ancak tabi tüm bunlara rağmen kayınvalidemin bizimle birlikte uzun süre kalması fikri beni başta ürküttü. Eşime gelince, o da yıllar sonra tekrar annesiyle aynı çatı altında geçici bir süre için bile olsa birlikte yaşamanın neler getireceği konusunda kararsızdı. Ancak herşey o kadar güzel gelişti ki, şimdi kayınvalidemin gideceği günü eşimle düşünmek bile istemiyoruz.
 
Bir kere çocuklar İspanyolca konuşmaya başladılar. Bu deneyim, yani babaanneyle bir süre de olsa birlikte yaşama deneyimi, dil gelişimlerinin dorukta olduğu döneme denk geldiği için şu anda herşeyi sünger gibi çekiyorlar. Ayrıca anne evde yokken babaanneye istedikleri kadar  'su verir misin'  desinler, bunu İspanyolca söyleyene kadar babaanne anlamıyor.
 
Bizim için de güzel bir ortam oluştu, ailemiz şenlendi diyebilirim. Eşim uzun zamandır annesiyle böylesine uzun soluklu vakit geçirme fırsatı bulamamıştı. Ayrıca sanırım uzun  zamandır bana söylemese de eşimin aklında olan birşeydi bu. Yani annesiyle bir süre ilgilenmek ve ona vakit ayırmak. Ülkesinden uzakta yaşayan insanlar her ne kadar bulundukları ortama adapte oluyor ve oranın bir parçası haline geliyorlarsa da uzaktaki ailelerini her zaman düşünüyor ve özlüyorlar, özellikle de ebeveynlerini.
 
Yani anlayacağınız şeker gibi bir bayram geçiriyoruz diyebilirim. Bolca İspanyolca, Meksika yemekleri, bayram şekerleri, Abant Gölü'nün kıyısında fayton turları ve çocuklar. Daha ne isterim ki :)
 
Sevgiler :)   

Hayatın sınırlarını bilmek...

Hasta bir insanla tanıştım. Fazla çalışmaktan hasta olmuş biri. Bahsettiğim kişi başarılı bir iş kadını. Uluslararası bir firmanın üst düzey yöneticilerinden. Şu anda aynı ofiste çalışıyoruz. İlk tanıştığımızda bana sorduğu sorulardan biri kaç çocuğum olduğu idi. İki çocuğum olduğunu söyleyince bana dedi ki:
 
'Ah Nil ah, benim tek çocuğum var, onu da çok geç yaşta yaptım. İkinci çocuk trenini iş-güç arasında kaçırdım.'
 
Çocuk sahibi olmamayı seçen arkadaşlarım var. Eskiden herkesin çocuk sahibi olması gerektiğini düşünürdüm. Ne bileyim, kültürümüzde çocuk sahibi olmak, doğal bir güdü olmanın ötesinde, sosyal bir sorumluluk gibi öğretiliyor. Ancak hayat içinde ilerlerken fark ettim ki bazı insanlar çocuk sahibi olmamayı seçebiliyorlar.
 
Yukarıda bahsettiğim arkadaşım ailesine ve özellikle çocuklara son derece düşkün. Fakat başarıların ve iş yaşantısının hızına ve hırsına kapılıp ailesi ile ilgili öncelikleri zaman zaman kaçırmış gibi geldi bana. Ancak beni asıl etkileyen bu arkadaşımın geçen yıl kansere yakalanmış olması oldu. Doktorunun söylediğine göre, bu illet hastalığın sebebi net olarak tespit edilemese de, sebebi stres.
 
Biz kadınlar için artık herşeyi yapmak için fırsat var. Aile belli bir sosyo-ekonomik düzeydeyse çocuklarını kız olsun erkek olsun en iyi şekilde hayata hazırlıyorlar. Dolayısıyla kadınların sorununun  'fırsat eşitsizliği'  olduğunu sanmıyorum. Kadınların daha vahim bir sorunu var. Hayatın hızına yetişmek.
 
Birkaç yıl önce kız kardeşim üniversiteden mezun olunca annem tüm aileyi bir kutlama yemeğine davet etti. Orada kardeşime dedim ki:
 
'Tebrikler canım kardeşim. Artık sınavlardan ve finallerden kurtuldun. Şimdi iş hayatı başlıyor. Belli bir deneyim elde edene kadar uzun saatler çalışman gerekecek. Sonra evlilik, çocuklar filan derken 7/24 çalışmaya başlayacaksın!'
 
Kariyerine de ailesi kadar önem veren kadınların hayatı her sabah 5:30-6:00 civarında başlıyor. Çocukların okula hazırlanması, kendinin işe hazırlanması, iş yerine varış ile başlayan çılgın bir gündem, toplantılar, projeler, talepler, idare edilmesi gereken durumlar, vs. Akşam eve dönüş, yemek, ödevler, çocukların yatırılması. Günümüz çalışan kadınının en büyük açmazı bunların hepsini en mükemmel şekilde yapmayı istemesi. Sabah kahvaltısı besleyici olmalı, iş yerinde en doğru kararlar en kısa sürede alınmalı, projenin tüm ayrıntıları en ince detayına kadar incelenmeli ve akşam yemeğinde sofrada mutlaka ama mutlaka salata olmalı. Hayat kadın için bir noktadan itibaren öylesine bir kurallar zinciri haline geliyor ki bazen kadın kafasını kaldırıp nefes almaya ve  'dur bir dakika, bu yaptığım doğru mu acaba?'  diye sormaya bile vakit bulamıyor.
 
İşte benim arkadaşım da böyle bir kadın. Aslına bakarsanız çalışan annelerin çocukları çalışmayan annelerin çocuklarına nazaran hakikaten daha öz güvenli ve güçlü çocuklar oluyorlar. Ancak sanırım bazen çalışmanın bir adım ötesine geçip hırslarımızın esiri oluyor ve hayatın asıl amacını, yani hayattan zevk almayı, unutur hale geliyoruz.
 
Benim durumum nedir diye sorarsanız ben hayatıma sınırlar koymasını öğrendim. Sanırım bu kararı üniversiteden sonra İstanbul'da çalışmaya başladığımın ikinci yılında almıştım. Hırslarını kontrol altına alamayan kişilerin kolay kolay yapabileceği birşey değil hayatın sınırlarını bilmek ve yeri geldiğinde frene basmak.
 
Benim de işim herkesinki gibi oldukça yoğun. İş dünyasında herkeste olan Blackberry'den bende de bir tane var. Bayram boyunca e-postama gelen mesajların haddi hesabı yok. Ancak ben ne mi yapıyorum? Tatilim bitene kadar mesajlarımın hiçbirine bakmıyorum. Ailem ve çocuklarımla birlikte şeker gibi bir bayram geçiriyorum.
 
Herkesin Kurban ve Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun, daha nice bayramlara, sağlıkla ... 

4 Ekim 2012 Perşembe

Zamanda Yolculuklarım Yine Başladı

2001 yılında 2 yıllığına Avrupa'da çalışmak ve yaşamak üzere Türkiye'den ayrılmıştım. Hayat karşıma hayal edebileceğimden daha güzel fırsatlar çıkardı ve hayatımın en verimli 10 yılını geçirdim diyebilirim. Bu 10 yıl içinde birçok değişik ülkede çalışma ve yaşama fırsatım oldu, eşimle tanıştım, evlendim ve çocuklarımız oldu. Çocuklarımız olana kadar eşimle birlikte hem iş sebebiyle hem turist olarak yoğun bir şekilde seyahat ediyorduk. Öyle günler oluyordu ki sabah uyandığımda hangi ülkede olduğumu anlamak için televizyonu açıyor, saatin kaç olduğunu anlamak için kolumdaki saatten çok televizyondaki dijital saate bakıyordum, çünkü kolumdaki saat büyük ihtimalle bir gece önce bulunduğum ülkedeki saat dilimini gösteriyordu :)

O zamanlar farkındalığım bugünkü gibi değildi. Dünyaya Türkiye penceresinden bakan biri olarak karşılaştığım olayları tam bir  "Türk"  bakış açısıyla değerlendiriyor, tanıştığım farklı kültürlerden gelen insanların hayata bakışlarını anlamakta zorlanıyordum. "Türk" bakış açısına açıklık getirmem gerekirse; biz Türkler değişime oldukça kapalı insanlarız. Her ne kadar farklı kültürlerden gelen insanlara kucak açtığımızı ve misafirperver olduğumuzu iddia etsek de aslında farklı olan herşeye büyük bir şüpheyle yaklaşıyor ve farklılıkları anlamaya çalışmaktansa görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. İşte ben de Avrupa'daki 10 yılımın ilk 5 yılını böylesi bir ruh hali içinde geçirdim.

Çocuklarımın doğmasıyla birlikte  "gönül gözüm"  dünyayı daha farklı görmeye başladı. İçinde bulunduğumuz ülkeyi ve dünyayı tamamen sıfırdan algılamaya çalışan çocuklarımın gözüyle görmeye başlayınca baktım ki insan aslında her yerde aynı insan. Coğrafya, dil ve saat farkına rağmen insan her yerde aynı şeyleri arzuluyor ve aynı şeylerden endişeleniyor. Her ırktan insan aşık olmak istiyor, yalnızlıktan yakınıyor, her saat diliminde insanlar koşuşturarak işine-gücüne gidiyor. Yani aslına bakarsanız hayat her yerde devam ediyor.

Geçen yıl Türkiye'ye yerleştik. Çocuklar çok mutlu. Eşim yabancı olduğu için onun adaptasyon süreci zaman alıyor doğal olarak. Ve ben yeniden iş için seyahat etmeye başladım, yine yeni yeniden :) Şu anda İsviçre Basel'dayım. Burası 10 yıl önceki Basel ile aynı, tek bir yeni bina bile yapılmamış. Ancak 10 yıl önce kendimi çok yabancı hissettiğim sokaklarda bugün daha tanıdık duygularla geziyorum. Biliyorum ki burada sokaklarda korna sesi duyulmaz, yaya geçidinden önce arabalar değil yayalar geçer ve gece 10'da şehir boşalır. 10 yıl önce buna  "ruhsuzluk"  der geçerdim, ancak bugün bu durumun, yani sakin ve düzenli şehir yaşantısının, bir yaşam tarzı ve buradaki halkın tercihi olduğunu anlayabiliyorum. Aslına bakarsanız İstanbul'un her daim kıpırtılı ve huzursuz ruh halinden sonra burası ruhumu dinlendiriyor :)

Basel'a yolunuz düşerse Ren Nehri kıyısında yürüyüş yapmayı deneyin mutlaka. Hatta yazın gelirseniz nehirde yüzebilirsiniz. Akşam nehre yakın birçok restoran ve barın bulunduğu sokaklarda nefis bir kadeh şarap eşliğinde  fondü yiyebilir, sonra da ister yürüyerek ister tramvayla otelinize dönebilirsiniz.

Bir sonraki durağım Barselona'da görüşmek üzere!