Hurriyet

11 Kasım 2012 Pazar

Atatürk'ün bizim için ne anlama geldiğinin farkında mısınız?

Etrafımda çeşit çeşit insan var, kadın-erkek. Hayat ilerledikçe bu insanların hepsi değişti, ben de değiştim. Eskiden çok iyi anlaştığım kişilerle artık eskisi gibi paylaşacak fazla birşey bulamıyorum. Veya tam tersi, eskiden daha eleştirel baktığım insanları artık daha iyi anlıyorum.

Gazetelerde ve televizyonda da bu değişimin toplumsal boyutuna tanık oluyoruz. Farklı politik gruplar arasındaki görüş ayrılıkları günden güne derinleşiyor. Herkes birbiriyle anlaşmaktan ziyade kavga etmek niyetinde. Reality show'larda aileler bir araya geliyor veya dağılıyor. Eskiden adını ağzımıza alırken bile korkuyla karışık bir saygı duyduğumuz Türk Ordısı'nun askerlerinin bugün mahkemeler ve sorgu odalarındaki fotoğrafları her gün gazetelerde karşımıza çıkıyor.

Yani hayat Atatürk'ün hayata veda ettiği 1938 yılından beri çok değişti ... Atatürk'e olan sevgimiz ve inancımız hariç.

10 Kasım 2012 günü gazeteyi açıyorum. 1938 Türkiye'sinden tamamen farklı bir Türkiye var karşımızda. Her köşe başında yükselen rezidans inşaatları ve Asya'yı ve Avrupa'yı birbirine bağlayan 2 boğaz köprüsü. Hayatımızın artık vazgeçilmez bir parçası haline gelen internete giriyorum, Facebook üzerinden her gün birbiriyle sanal olarak iletişim kuran ve özlem gideren aile bireyleri.

Tüm bu değişime rağmen Türkiye'de değişmeyen tek şey Atatürk.

Atatürk'ün izinden giden politikacılar ve gönüllüler 10 Kasım'da kucaklar dolusu çiçekle Anıtkabir'e koşuyor. Atatürk'ü sevmeyen veya kendi görüşlerini Atatürk'e karşı alternatif olarak gören politikacılar bile 10 Kasım günü Atatürk'ten az da olsa saygıyla bahsetme gereği duyuyor.

Askerleri mahkemede görünce yutkunan anneler-babalar 10 Kasım'da Atatürk'e daha bir yürekten bağlanıyorlar. Zira Türkiye'nin nereye gittiğini tam olarak kestiremediklerinden çocuklarını nasıl bir Türkiye'ye emanet edip gideceklerini bilemiyorlar.

10 Kasım saat 9'u 5 geçe Boğaz köprüsünden geçen araçlar bir anda duruyor, sürücüler araçlarından inip Ata için saygı duruşuna geçiyorlar. Normal zamanda dur-durak bilmeyen İstanbul trafiği Atatürk için mola veriyor, sadece Atatürk için.

Rezidans inşaatında çalışan inşaat işçisi de Atatürk'ü anmak için saat işi-gücü bırakıp saygı duruşuna geçiyor.

Ve son olarak Facebook'ta halam ... 10 Kasım günü evinde otururken saat 9'u 5 geçe bir anda ayağa kalkıyor, ağrısına-sızısına bakmadan Ata için saygı duruşuna geçiyor.

Bu insanların hiçbiri okulda öyle öğretildiği için veya zorunda oldukları için geçmiyorlar saygı duruşuna. Atatürk'e gönülden bağlandıkları ve geleceğin Türkiye'sine ve dünyasına pek de güvenle bakamadıklarından hayatı durdurup 1 dakika da olsa Atatürk ile birlikte olduklarını hissetmek istiyorlar.

Korkularımızdan sıyrılarak geleceği cesaretle kucaklamamızın zamanı geldi artık. Bu ülkeyi Atatürk kurdu. Ancak geleceğimizi sahiplenmek bize düşüyor. Çocuklarımızı gözümüz arkada kalmadan emanet edebileceğimiz bir ülke istiyorsak Atatürk gibi bir liderin gelip bizi  "kurtarmasını"  beklemek yerine hepimiz, her birimiz kolları sıvayıp harekete geçmeliyiz.

Öncelikle birbirimize saygı duymalı ve birbirimizi dinlemek için çaba sarf etmeliyiz. Kısa yoldan para kazanmanın yollarını aramak yerine enerjimizi çalışmaya, öğrenmeye ve katma değer yaratmaya harcamalıyız, hem kendimiz hem çevremiz için. Haksızlık, yanlışlık ve kötülük karşısında sinmek ve susmak yerine hakkımızı savunma cesaretini göstermeliyiz. Kendimizi kaba güçle değil aklın gücüyle ifade etmenin yollarını aramalıyız. Kısacası medeniyete giden yolu kendimiz yaratmalıyız.

Atatürk artık aramızda değil. Yüreğimizde onun sevgisiyle birlikte artık yola çıkmalı ve kendi yolumuzu kendimiz, birlik içinde bulmalıyız.

Sevgi ve cesaretle kalın.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Medeni bir toplum olMAdığımızın en içler acısı örneği

Birkaç gün önce gazetede bir haber vardı. 18 Yaşındaki genç bir erkek, kendisinden ayrılmak isteyen 17 yaşındaki kız arkadaşını ormanlık alanda öldüresiye dövdü. Genç kız bağırmasın diye ağzına taş doldurdu ve tekmeleyerek vücudunun birçok yerini kırdı. Daha sonra panikleyip korkan genç, genç kızı bir taksiye bindirip hastaneye götürdü. Genç kız durumdan şikayetçi olmamasına rağmen hastane polisi olaydan şüphelenerek genç erkek hakkında soruşturma başlattı ve genç erkek hapishaneyi boyladı.
 
Bu haberin neresinden başlamak lazım bilemiyorum. 18 yaşındaki genç bir erkeğin içine düştüğü hastalıklı ruh halinden mi yoksa olayı kabullenmiş genç kızın tek istediği şeyin hastaneye gitmek olması ve olay hakkında suç duyurusunda bulunamayacak kadar korkup sinmesinden mi?
 
Sevgili anne-babalar. Bunların hepsi bir bakıma sizin eseriniz. Çocuklar hayat boyu taşıdıkları kimliklerin temellerini evde alıyorlar. Ve unutmayın ki çocukların büyürken birlikte en çok vakit geçirdikleri kişi anne. Hayata bakışlarında en belirleyici kişi anne. Babanın da çocuğun karakterine katkısı çok büyük. Her baba çocuğun hayatında aynı yoğunlukta var olmuyor, ancak babanın varlığı da yoluğu da çocuğun karakterini önemli ölçüde etkiliyor.
 
Şimdi 18 yaşındaki genç erkek ve 17 yaşındaki genç kız hikayesine dönersek. Bu çocukların anneleri ve babaları (hayattalarsa), lütfen oğlunuzun ve kızınızın başına gelen bu olaydan sonra şapkanızı önünüze koyup bir düşünün. Bir yerde yanlış yaptığınız kesin, bunu sizden başka kimse bilemez. O yanlış her neyse tespit edin ve çocuğunuza doğru yolu bulmasında yardımcı olun. Genç erkeğin annesi-babası: Çocuğunuzu sakinleştirip kaba güç kullanmasını engelleyerek topluma zararsız bir birey haline getirmenin yolunu bulun. Oğlunuzun yaptığını hormon patlamasıyla açıklamak pek mümkün değil. Genç kızın annesi-babası: Kızınıza hakkını araması konusunda cesaret verin ve lütfen kızınızı bu olay yüzünden cezalandırmak yerine ona öz güvenini kazanması için yardımcı olun.
 
Gazetelerde yüzü gözü dağılmış kadın fotoğrafları görmekten bıktık artık.
 
Medeniyet geniş otoyollar, havaalanları ve yüksek binalarla olmuyor. Medeniyet önce birbirimize saygı göstermekle başlıyor. Kaba gücün ve korkaklığın yerini konuşarak anlaşma ve cesaretle hakkımızı savunma aldığı gün medeniyet yolundaki en önemli engel kalkmış olacak.

İnsanlar birbirine neden küser?

Hele de aileler.
 
Çoğu zaman aile olmakla birini malımsamak arasındaki farkı fark edemiyoruz ve sevdiğimiz insanların canını acıtıyor, onları kendimizden soğutuyoruz.
 
Etrafımda birbiriyle küs o kadar çok aile bireyi var ki. Bu durumun tek sebebi ise insanların birbirlerinin sınırlarına saygı göstermemesi, birbirinin hayatına gereğinden fazla müdahale etmesi.
 
Birbiriyle iş yapan aile bireylerinin para yüzünden küsmesini az da olsa anlıyorum. Para öyle birşey ki ihtiyacı olan-olmayan herkes istiyor, kimsenin gözü doymuyor.
 
Ancak ortada fol yok yumurta yokken küsmeyi anlamıyorum. Genelde büyük ailelerde yaşanan bir durum bu. Yıllarca iç içe yaşayan insanlar orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde birbirlerine tahammül edemez hale geliyorlar. Herkes bu durumu yaşlılığın getirdiği inatçılık olarak algılıyor, ancak ben buna katılmıyorum, katılamıyorum.
 
Aile bireyleri zor dönemlerde birbirlerine yardım ederler. Bu özellikle bizim kültürümüzün en güzel yönlerinden biri. Ancak bazen öyle durumlar oluyor ki (ki bu çok sıkça rastlanan bir durum) ailede bazı bireyler kendilerini tamamen zordakilere yardım etmeye ve bunları ayakta tutmaya adıyorlar. Başlangıçta bu destek her ne kadar takdire şayan gibi görünse de aslında oldukça önemli bir psikolojik dengesizliğin başlangıcı. Aile bireyleri birbirlerini sevdikleri için bir arada olmaktan çok ihtiyaçtan bir arada olmaya başlıyorlar ve bu durum ileride mutlaka ama mutlaka patlak veriyor. Birbirinden hoşlanmayan hatta birbirinden bıkmış bir aile tablosuyla baş başa kalıyorsunuz belli bir zaman sonra. Ve ardından başlıyor dargınlıklar ve kızgınlıklar. Hatta bazen öyle durumlar oluyor ki bu hayattan birçok insanla küs şekilde göçüp gidenler oluyor.
 
Değer mi?
 
Benim hayatımda kavgaya ve küskünlüğe yer yok. Çünkü ben hayatın tadını çıkararak yaşamayı seçtim. Etrafımda sayıca çok arkadaşa ihtiyacım yok, birlikte olmaktan keyif aldığım insanlar bana yeter.
 
Hayat güzel arkadaşlar, dargınlık, küslük ve kavgayla heba etmeye değer mi?
 
 

28 Ekim 2012 Pazar

Sevmekle kontrol etmek arasındaki fark

Sevdiklerimiz bizim için çok değerli.
 
İstiyoruz ki sevdiğimiz insanlara hiçbir şey olmasın, onlar her zaman bizim yanı başımızda bulunsun.
 
Teyzem bir Alman vatandaşı ile evli. Eniştemin daha önceki evliliğinden 4 çocuğu var. En küçüğü 30'lu yaşların ortasında. Bir gün bir aile toplantısı sırasında eniştem şöyle dedi:
 
'Çocuklarım artık büyüdüler. Hayatlarına müdahale etmek mümkün değil, ne isterlerse onu yapıyorlar ve yapacaklar. Bu konuda ebeveyn olarak ihtiyaçları olduğunda onların yanında olmaktan başka birşey yapamam.'
 
Salonda bulunan aile bireylerinden Türk olanlardan bazıları tepki gösterdi. Hatta bir tanesi dedi ki:
 
'Ne demek çocuğumun hayatına karışamam? Öyle şey mi olur canım?'
 
Ne kadar farklı iki bakış açısı,değil mi?
 
İki ebeveyn de çocuklarını çok seviyor. Ancak çocuklarıyla iletişim konusunda birbirinden tamamen farklı yöntemler seçiyorlar. Avrupalı, çocukların belli bir yaştan sonra özgürlük alanına müdahale hakkını kendinde görmüyor, sadece gerektiği durumda çocuğunun yanında olmayı tercih ediyor (Avrupalılar içinde aile bağlarını tamamen yitirmiş çok insan da var tabi, burada verdiğim örnek ailesine sahip çıkan bir Avrupalı). Türk ebeveyn ise çocuğunun hayatına her yaşta müdahale etmeyi ebeveynliğin getirdiği bir görev, hatta biraz da hak olarak görüyor.
 
Türk ebeveynlere kötü bir haberim var. Sevmek ile kontrol etmek veya müdahale etmek arasındaki farkı gözetmeyen ebeveynler ile çocukların arasındaki iletişim bir yerden sonra kopuyor. Çocuklar da bir yaştan sonra yetişkin, hatta ebeveyn oluyor ve kendi hayatlarını kurup kendi tercihlerini yapmak istiyorlar. Ancak çocuğunun yetişkin olarak yaptığı tercihleri göz ardı eden ve bunu  'sevgi'  adı altında yapan ebeveynler aslen çocuklarının tercihlerine saygı göstermemiş oluyor; sevmekten ziyade çocukların hayatlarını kontrol etmeye çalışan anne-baba profili çiziyorlar.
 
Sevmek güzel şey, sevdiklerimize destek olmak ise hayatımıza anlam katıyor. Ancak severken sevdiklerinizin tercihlerine ne kadar saygı duyuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? 


26 Ekim 2012 Cuma

Bencil olmak pek de kötü sayılmaz

Mutlulukla bencil olmak arasında sanırım doğru bir orantı var.
 
Birçok kişi bu çıkarıma  "Aaaa, nereden çıktı şimdi bu, olur mu öyle şey!"  diyebilir. Ancak ben herkesin ne dediğinden ziyade kendimi nasıl hissettiğimle ilgileniyorum şu sıralar.
 
Terk edilen kadınlar derler ya; "saçımı süpürge ettim, yine de yaranamadım"  diye.
 
Veya iş yerinde istediği terfiyi yıllar geçse de alamayan biri  "yıllardır her dediğini yapıyorum, her seferinde ilk yardımına koşan ben oluyorum, yine de yaranamıyorum!"
 
Gerçek şu ki hayat kendisine iyi davranmayan ve gerekli özeni göstermeyen kişilere iyi davranmıyor, hatta bu kişileri hor kullanıyor.
 
Aksine, kendisini hayatın merkezine koyan ve kendi mutluluğunu ön plana koyan kişilere ise sanki daha bonkör davranıyor.
 
Hayatını çocuklarına adamış kadınlara bakıyorum, etrafta pijamayı andıran eşofman takımlarıyla ve genel anlamda boşvermiş bir edayla geziyorlar. Hayatına çocuklarla birlikte farklı başka şeyler üreterek devam eden kadınlara baktığımda ise daha özgüvenli ve sakin kişilikler görüyorum.
 
Veya iş yerlerine bakın. Her talebe  "evet"  diyen ve gece yarılarına kadar çalışan kişiler genelde yorgun ve bıkkın bir ifadeyle güne başlıyorlar. Ancak belli bir iş disiplini çerçevesinde çalışan ve "hayır"  diyebilen insanların sabah ofise girişleri de enerji yüklü oluyor. 
 
Burada yalnız kalma pahasına bencil olmaktan bahsetmediğimi anladınız, değil mi? Lütfen kendinizi sevin ve hoş görün. Hayat kendinizi sevdiğiniz derecede iyi davranacaktır size.
 
Sevgi ve mutluluk dileklerimle ...


Şeker gibi bir bayram geçiriyoruz :)

Hatırlarsanız geçen yıl bu zamanlar kayınvalidem bizi ziyarete gelmişti. Çocuklar kadıncağızı bir türlü eve sığdırmamışlardı. (Nedense) babaannelerin anneannelerden daha az  sevildiği gerçeğinin yanı sıra iletişim sorunu vardı. Kayınvalidemin anadili İspanyolca. Ancak geçen yıla kadar biz evde İngilize ve Türkçe konuştuğumuz için çocuklar kendilerini İspanyolca ifade edemiyorlardı, tabi bundan dolayı da babaanneyle yakınlık kurmak mümkün olmamıştı.
 
Eşimle düşünüp taşındık, bu işi çözmenin ve İspanyolca'yı çocuklara onları sıkmayacak şekilde öğretmenin yolunu bulmaya çalıştık Ve babaanneyi bir süre bizde kalması üzere davet etmeye karar verdik.
 
Başlangıçta açikçası eşim de ben de verdiğimiz bu kararın ne kadar doğru olduğu konusunda endişeliydik. Ben kayınvalidemi insan olarak çok severim. Çocuklarından başlamak üzere etrafındaki herkesi olduğu gibi kabul eden, saygı ve sevgi sınırları içerisinde yaşamayı ilke edinmiş ve çocuklara karşı son derece merhametli ve sabırlı bir insan. Ayrıca, zamanında anaokulu öğretmenliği okumuş, dolayısıyla öğretme nosyonunu bilen biri. Ancak tabi tüm bunlara rağmen kayınvalidemin bizimle birlikte uzun süre kalması fikri beni başta ürküttü. Eşime gelince, o da yıllar sonra tekrar annesiyle aynı çatı altında geçici bir süre için bile olsa birlikte yaşamanın neler getireceği konusunda kararsızdı. Ancak herşey o kadar güzel gelişti ki, şimdi kayınvalidemin gideceği günü eşimle düşünmek bile istemiyoruz.
 
Bir kere çocuklar İspanyolca konuşmaya başladılar. Bu deneyim, yani babaanneyle bir süre de olsa birlikte yaşama deneyimi, dil gelişimlerinin dorukta olduğu döneme denk geldiği için şu anda herşeyi sünger gibi çekiyorlar. Ayrıca anne evde yokken babaanneye istedikleri kadar  'su verir misin'  desinler, bunu İspanyolca söyleyene kadar babaanne anlamıyor.
 
Bizim için de güzel bir ortam oluştu, ailemiz şenlendi diyebilirim. Eşim uzun zamandır annesiyle böylesine uzun soluklu vakit geçirme fırsatı bulamamıştı. Ayrıca sanırım uzun  zamandır bana söylemese de eşimin aklında olan birşeydi bu. Yani annesiyle bir süre ilgilenmek ve ona vakit ayırmak. Ülkesinden uzakta yaşayan insanlar her ne kadar bulundukları ortama adapte oluyor ve oranın bir parçası haline geliyorlarsa da uzaktaki ailelerini her zaman düşünüyor ve özlüyorlar, özellikle de ebeveynlerini.
 
Yani anlayacağınız şeker gibi bir bayram geçiriyoruz diyebilirim. Bolca İspanyolca, Meksika yemekleri, bayram şekerleri, Abant Gölü'nün kıyısında fayton turları ve çocuklar. Daha ne isterim ki :)
 
Sevgiler :)   

Hayatın sınırlarını bilmek...

Hasta bir insanla tanıştım. Fazla çalışmaktan hasta olmuş biri. Bahsettiğim kişi başarılı bir iş kadını. Uluslararası bir firmanın üst düzey yöneticilerinden. Şu anda aynı ofiste çalışıyoruz. İlk tanıştığımızda bana sorduğu sorulardan biri kaç çocuğum olduğu idi. İki çocuğum olduğunu söyleyince bana dedi ki:
 
'Ah Nil ah, benim tek çocuğum var, onu da çok geç yaşta yaptım. İkinci çocuk trenini iş-güç arasında kaçırdım.'
 
Çocuk sahibi olmamayı seçen arkadaşlarım var. Eskiden herkesin çocuk sahibi olması gerektiğini düşünürdüm. Ne bileyim, kültürümüzde çocuk sahibi olmak, doğal bir güdü olmanın ötesinde, sosyal bir sorumluluk gibi öğretiliyor. Ancak hayat içinde ilerlerken fark ettim ki bazı insanlar çocuk sahibi olmamayı seçebiliyorlar.
 
Yukarıda bahsettiğim arkadaşım ailesine ve özellikle çocuklara son derece düşkün. Fakat başarıların ve iş yaşantısının hızına ve hırsına kapılıp ailesi ile ilgili öncelikleri zaman zaman kaçırmış gibi geldi bana. Ancak beni asıl etkileyen bu arkadaşımın geçen yıl kansere yakalanmış olması oldu. Doktorunun söylediğine göre, bu illet hastalığın sebebi net olarak tespit edilemese de, sebebi stres.
 
Biz kadınlar için artık herşeyi yapmak için fırsat var. Aile belli bir sosyo-ekonomik düzeydeyse çocuklarını kız olsun erkek olsun en iyi şekilde hayata hazırlıyorlar. Dolayısıyla kadınların sorununun  'fırsat eşitsizliği'  olduğunu sanmıyorum. Kadınların daha vahim bir sorunu var. Hayatın hızına yetişmek.
 
Birkaç yıl önce kız kardeşim üniversiteden mezun olunca annem tüm aileyi bir kutlama yemeğine davet etti. Orada kardeşime dedim ki:
 
'Tebrikler canım kardeşim. Artık sınavlardan ve finallerden kurtuldun. Şimdi iş hayatı başlıyor. Belli bir deneyim elde edene kadar uzun saatler çalışman gerekecek. Sonra evlilik, çocuklar filan derken 7/24 çalışmaya başlayacaksın!'
 
Kariyerine de ailesi kadar önem veren kadınların hayatı her sabah 5:30-6:00 civarında başlıyor. Çocukların okula hazırlanması, kendinin işe hazırlanması, iş yerine varış ile başlayan çılgın bir gündem, toplantılar, projeler, talepler, idare edilmesi gereken durumlar, vs. Akşam eve dönüş, yemek, ödevler, çocukların yatırılması. Günümüz çalışan kadınının en büyük açmazı bunların hepsini en mükemmel şekilde yapmayı istemesi. Sabah kahvaltısı besleyici olmalı, iş yerinde en doğru kararlar en kısa sürede alınmalı, projenin tüm ayrıntıları en ince detayına kadar incelenmeli ve akşam yemeğinde sofrada mutlaka ama mutlaka salata olmalı. Hayat kadın için bir noktadan itibaren öylesine bir kurallar zinciri haline geliyor ki bazen kadın kafasını kaldırıp nefes almaya ve  'dur bir dakika, bu yaptığım doğru mu acaba?'  diye sormaya bile vakit bulamıyor.
 
İşte benim arkadaşım da böyle bir kadın. Aslına bakarsanız çalışan annelerin çocukları çalışmayan annelerin çocuklarına nazaran hakikaten daha öz güvenli ve güçlü çocuklar oluyorlar. Ancak sanırım bazen çalışmanın bir adım ötesine geçip hırslarımızın esiri oluyor ve hayatın asıl amacını, yani hayattan zevk almayı, unutur hale geliyoruz.
 
Benim durumum nedir diye sorarsanız ben hayatıma sınırlar koymasını öğrendim. Sanırım bu kararı üniversiteden sonra İstanbul'da çalışmaya başladığımın ikinci yılında almıştım. Hırslarını kontrol altına alamayan kişilerin kolay kolay yapabileceği birşey değil hayatın sınırlarını bilmek ve yeri geldiğinde frene basmak.
 
Benim de işim herkesinki gibi oldukça yoğun. İş dünyasında herkeste olan Blackberry'den bende de bir tane var. Bayram boyunca e-postama gelen mesajların haddi hesabı yok. Ancak ben ne mi yapıyorum? Tatilim bitene kadar mesajlarımın hiçbirine bakmıyorum. Ailem ve çocuklarımla birlikte şeker gibi bir bayram geçiriyorum.
 
Herkesin Kurban ve Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun, daha nice bayramlara, sağlıkla ...