Hurriyet

23 Haziran 2011 Perşembe

Projeler Nasıl Başarıyla Sonuçlandırılır?

Bugün biraz iş konuşmak istiyorum. Kuru bir yazı olacağını sanmayın. Başarılı projelere imza atmanın yollarından bahsedeceğim.
İşim gereği proje bazlı çalışıyorum. Kurumlar aşağıdaki koşullar oluştuğunda gündelik yaptıkları aktiviteler dışında bir de projeler oluşturuyorlar. Projelerin amacı genelde değişime öncülük etmek ve değişimi hayata geçirmek oluyor. Kurumlar:
-          Büyüyüp genişlemek istediklerinde, veya
-          İşler kontrolden çıkıp başları derde girdiğinde
Projelere başvururlar. Her iki durumda da köklü bir değişime gereksinim vardır. Büyümek isteyen kurum üzerinde var olan elbisesiyle büyümek isterse elbise yırtılır, sökülür. Dolayısıyla küçük gelen elbiseyi değiştirmekle işe başlamalıdır. Keza kontrolden çıkmış bir kurum üzerindeki elbiseyi bir türlü günün şartlarına uyduramaz, üzerindeki eski elbiseyle yenilik ve değişimle başa çıkamaz. Bu durumda da yine yeni bir elbiseye ihtiyaç vardır. Hızla gelişen günümüzün rekabetçi dünyasında ise elbiseyi değiştirmek ve yenilemek için ne fazla vakit ne de fazla nakit vardır. Arkadan bir tabur asker kovalıyormuşçasına en az kaynakla en hızlı şekilde yeni bir elbise dikmeli veya almalıdır.
Bugüne kadar birçok projede çalıştım. Başlangıçta işi öğrenme aşamasında doğal olarak ekibin bir üyesi olarak çalıştım. Daha sonra değişik ekiplerin başında birçok proje yönettim. Şahit olduğum bazı projeler vardı ki fikir aşamasında oldukca umut vaat ediciydiler. Ancak projeyi hayata geçirme aşamasında başarısızlıkla sonuçlandılar. Projelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının onlarca sebebi olabilir. Ancak benim bu yazıda özellikle altını çizmek istediğim bir sebep var ki insanların pek önem vermediği ancak hata yapıldığında proje sürecini çok sancılı hale çeviren bir sebep: Yönetim beceriksizliği.
Bana göre bir projenin başarılı bir şekilde sonuçlanması için projeyi bir tenis maçı gibi görmek gerekiyor. Nasıl ki teniste topun sana gelmesini istersin ama top sana geldiği anda şık bir hamleyle anında karşıya göndermek istersin, proje yönetiminde de topun geldiği taraf hemen gerekli çalışmayı yapıp sonucu karşı taraftaki çalışma arkadaşına paslamalı ki proje devam etsin. Proje çalışmalarında gördüğüm en büyük hatalar şunlar:
-          Proje dahilindeki ekipler top kendilerine geldiğinde elini kaldırıp topa vurma zahmetinde bile bulunmuyor ve top yerde kalıyor. Böylece maç başlamadan bitiyor. Bu durumun değişik sebepleri olabilir. Yönetim projeye gerekli önemi vermediği için proje ekibi de gerekli önemi vermemektedir. Veya proje ekibi projenin ehemmiyetini anlayacak bilgi birikimine ve deneyime sahip değildir.
-          Veya proje dahilindeki ekipler topu hep kendi sahalarında tutmak istiyor ve başkalarının topa girmesine asla ve asla izin vermiyorlar. Bu durumda da proje tek yönlü ve kısır bir proje olarak doğuyor ve maçın tadı tuzu tamamen kaçıyor. Yani proje sen-ben kavgasına dönüyor, ana hedef unutuluyor.
Her iki durumda da proje yöneticisinin yapması gereken en önemli şey maçın devamını sağlamak. Yani topu eline geçiren takımın hemen gerekli çalışmayı yapmasını sağlayarak topu seri bir şekilde yandaki takıma geçirmesini sağlamak. Ayrıca projenin sponsorluğunu üstlenen yöneticilerin de proje ekibine doğru mesajı vermesi ve projenin önemini ilk elden anlatması projeye gerekli dikkatin verilmesini sağlayacaktır.
Herkese başarılı projelerle dolu bir iş yaşamı diliyorum.

Kaybedenler Kulübü - Kazananlar Kulübü

Her ülkenin ya  “kaybeden”  ya da  “kazanan”  kimliğiyle var olduğu kanısındayım. Peki bu ne demek?
Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir insan olarak Türk insanının hayata bakışını biliyorum, anlıyorum. Ancak bir noktada kendimi Türk kültüründe ayrı tutuyorum, nedenini az sonra anlatacağım. Daha sonra 10 yıl Avrupa’da yaşamış biri olarak da Avrupalı’nın hayattaki duruşu hakkında gözlemlerim oldu. Ancak kendimi Avrupalı’dan da ayrı tutuyorum, bunun da nedeni aşağıdaki satırlarda.
Türkiye mazisinde imparatorluk geçmişi olan bir ülke. Ders kitaplarında Osmanlı’nın anlı-şanlı tarihini öğreniriz öğrenmesine de bu tarihi okurken satır aralarında hep Türk olmanın yarattığı dezavatajlardan bahsedilir. Örneğin Osmanlı zamanında ticaretten zengin olanlar Türkler değil Musevilermiş. Veya yine çok karlı bir iş kolu olan deniz taşımacılığının duayeni yine Türkler değil Yunanlılarmış. İmparatorluk’un sahibi olarak Türkler doğal olarak askerlik ve devlet işlerinde önde gelen konumdalarmış. Ayrıca Avrupa Osmanlı’yı, yani Türkleri, Avrupa’nın bir parçası olarak görmemiş (Türkler Müslüman değil Hristiyan olsaydı Avrupa’nın Türklerle ilgili fikrinin tam tersi olacağını düşünüyorum, ancak bu şu andaki konumuzun dışında).
Bugüne baktığımızda da durum pek farklı değil. Gerek Türkiye’deki, gerek Avrupa’daki ve de gerekse Amerika’daki Museviler yine ticaretten zengin olmaya devam ediyorlar. Çok da iyi yapıyorlar. Hollywood film endüstrisi Musevilerin eseri. Yunanistan yine deniz taşımacılığında dünyanın önde gelen firmalarına sahip. Ülkenin ekonomik darboğazda olduğu bir gerçek ancak bunun tek sebebi yolsuzluklar. Yani zenginliği yaratmayı biliyorlar, ancak korumayı bilmiyorlar.Ve bugün de Avrupalılar Türkiye’yi aralarında görmek istemiyorlar. Ve hala bugün Türkiye’de devasa bir devlet kadrosu ve jeopolitik konumunun getirdiği hassasiyetin de bir sonucu olarak devasa bir ordusu var. NATO’da Türk Ordusu Amerikan Ordusu’ndan sonraki ikinci büyük ordu.
İnsanın ve dolayısıyla ülkelerin kendini iyi hissetmesi için –sağlıktan sonra- 2 şeye ihtiyacı var: Para ve itibar. Bu iki unsura sahip insanların oluşturduğu ülkeler doğal olarak kendilerini  “Kazananlar Kulübü” nün bir parçası olarak görüyorlar. Çünkü para ve itibar insana ve ülkelere kendini güvende hissettiriyor ve özgüven aşılıyor. Bu iki unsurdan yoksun olan insanların oluşturduğu ülkeler ise kendilerini  “Kaybedenler Kulübü” nün bir parçası olarak görüyorlar. Başlarına gelen kötü olayları hemen kanıksıyorlar ve başlarına gelen iyi olayları ise istisnadan ibaret görüyorlar.
Peki hangisi doğru veya iyi? Kazananlar Kulübü mü? Kaybedenler Kulübü mü? Bence her ikisinde de dikkat edilmesi gereken noktalar var. Kendisini “Kazananlar Kulübü” nün üyesi olarak gören ülkeler kendi yaptıkları herşeyin doğru olduğunu varsaydıklarından sistem içinde yapılan yanlışlıkları zaman içinde görmezden gelmeye başlıyorlar. Yani bir nevi bakan kör oluyorlar. Örneğin Amerika’nın Irak’ı işgal etmesini bir düşünün. Amerika  “Kazananlar Kulübü” nün bir üyesi olduğu için bu işgalin adı “demokrasi savaşı” veya “terörle savaş” oluyor. İçine girdikleri ekonomik darboğaza rağmen kaynaklarının büyük bir bölümünü hala savaşa ayırıyorlar. Ancak yıllardır Türkiye’nin kanayan bir yarası olan PKK terörünün terör olduğuna dünyayı inandırmamız için ise kırk takla atmamız gerekiyor. “Kazananlar Kulübü” doğasında bir nevi  “kendini beğenmişlik” barındırıyor, dolayısıyla realiteyle bağlar bir noktadan sonra kopuyor. Hep benim dediğim doğrudur ve başka da doğru yoktur diyerek kendisinden farklı olan fikirleri ekarte ediyor.
“Kaybedenler Kulübü”ne gelince. Secret diye bir kitap var, okudunuz mu bilmiyorum. Kitabın ana teması şu: Beynini neye odaklarsan onu kendine doğru çekersin. Yani gelecek planlarını  “pozitif beklentiler”  üzerine kurarsan aldığın aksiyonlar seni hayalini kurduğun “pozitif olaylar”a yönlendirecektir. Gelecek planlarını  “negatif beklentiler” üzerine kurarsan ise tam tersi aksiyonların seni bir şekilde “negatif olaylara” yönlendirecektir. Türkiye de böyle bir ülke. Olan kötü olayların çabucak kanıksandığı ve olan iyi olayların ise istisna olarak algılandığı bir mentalite hakim Türkiye’nin kimliğinde.
Türkiye gibi ülkelerde politikacılarının başarısının sırrı bence bu “Kaybedenler Kulübü” psikolojisini anlamaktan geçiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişine baktığınızda Atatürk’ten başlamak üzere birkaç politikacı var ki uzun yıllar (Atatürk ilelebet) halkın gönlünde taht kurdular. Bunlardan biri Turgut Özal, diğeri Tayyip Erdoğan. Çünkü bu politikacılar insanlara biz de kazanabiliriz mesajı verdiler, kendilerini iyi hissetmelerini sağladılar, umut verdiler. “Kaybedenler Kulübü”nün üyesi olmayı reddederek insanlara “acaba bu sefer biz de kazanabilir miyiz” hissiyatı verdiler.
Bendenize gelince. Ben ne “Kazananlar Kulübü” nün üyesiyim ne de “Kaybedenler Kulübü” nün. Hayatta her zaman kazanan taraf olamayacağımı biliyorum. Ancak hayattaki varlığımın küçük de olsa bir değer yarattığını ve hayatın kendisine güzel şeyler kattığımı düşünüyorum, yani kendimi seviyorum. Dolayısıyla “Kaybedenler Kulübü”ne de girmiyorum. Yani anlayacağınız arafta bir yerlerdeyim. Ve halimden çok memnunum.

Hayatın Ritmini Buldun mu?

Bir konsere gittiğinizi düşünün. Konser alanına vaktinden erken varırsanız orkestranın provasına denk gelirsiniz. Her müzik aleti birbirinden ayrı bir şekilde akort edilir ve bu aşamada çıkan sesler oldukça rahatsız edicidir. Çünkü ortak bir ritmleri yoktur. Ne zamanki konser başlar ve aletler aynı notaları ve aynı ritmi aynı anda takip etmeye başlarlar, işte o zaman ortaya inanılmaz bir müzik ziyafeti çıkar. Aslında bu ziyafeti ortaya çıkarmak ve 2 veya 3 saat boyunca aynı tempoda sürdürmek hiç kolay değildir. Müzisyenlerden biri o gün hasta olabilir ve konseri zar zor bitirir. Veya her müzisyen aynı derecede yetenekli değildir. Kemancı kemanını çalmaz, kemanıyla adeta sevişir. Beri taraftan gitarist sadece notaları takip ederek gitarını çalar, ruhunu katmaz, katamaz. Ama şu veya bu şekilde orkestra elemanları aynı ritmin etrafında buluşarak konseri tamamlar.
Hayatta da böyle değil mi? Hayatla ilgili farkındalık ergenlik çağında başlar. Ancak henüz hayatı akort etme aşamasındayızdır. Çıkan sesler her zaman ahenkli olmayabilir. Bazen çok tiz, bazen çok tok sesler çıkabilir veya hiç ses çıkmayabilir. Ergenlik bitince akort da tamamlanmış olmalıdır ki konser başlasın. Güzel bir konser verebilmek için gerekli olan bütün müzik aletlerini baştan yerine koymak gerekir. Aletlerden birinin eksikliği konserim ahengini ve ritmini bozacak, tadını kaçıracaktır. Konser başladıktan sonra bazı aletler oyunbozanlık yapabilir veya bozulabilir. Burada diğer aletler devreye girerek bozulan aletin yerini doldurarak ritmi korumaya çalışacaklardır.
İnsanlar hayatın ritmini değişik şekillerde ve değişik müzik aletleriyle bulur. Kimi için evli ve çocuklu bir hayat yaşam ritminin olmazsa olmazıdır. Kimi ise özgür ve bağımsız olduğu sürece ritmi tutturabilir. Kimi hayatın ritmini çalışarak bulur, ofise gitmediği zaman hayatın durduğu zamandır. Kimi ise kendisini spora adar, sporsuz 1 gün bile geçiremez. Tüm bu örneklerde orkestra elemanları birbirinden tamamen farklidır. Ancak hepsinin ortak noktası ritmdir, harmonidir.
Bir insanın 20’li yaşları hayatının ritmini bulması açısından çok önemli bir dönem. İnsanın 20’li yaşlarında yaptığı seçimler hayatının geri kalanını bir daha geriye dönülmeyecek şekilde etkiliyor. Yani 20’li yaşlarda verilen kararlar bir ömür boyu peşimizden geliyor.
Peki orkestranın şefi kim? Bazen kişinin kendisi bazen de seçtiği müzisyenlerden biri. Öyle zamanlar oluyor ki insan kendi kurduğu orkestranın zaman içinde sadece bir parçası oluveriyor. Ya da orkestranın şefliğini ömür boyu kimseye bırakmıyor.
Sizin orkestranın şefi kim?

Yine Evlilik Üzerine

Sizce imza atınca mı evlenmiş oluyoruz? Yoksa imzanın üstünden yıllar geçip sevinci ve hüznü birlikte paylaştıktan sonra mı evlenmiş oluyoruz?
Evlilik bence imzayla değil paylaşmayla başlar. İmzayı atar ve kagıt üstünde evlenirsin. Ama gece aynı yastığa baş koymuyorsan, sabah birlikte kahvaltı yapmıyorsan, çocukların geleceğini birlikte şekillendirmiyorsan bence o evlilik değil olsa olsa yasal ve kuru bir birlikteliktir.
Evliliğin dinamikleri benim için oldukça enteresan, şaşırtıcı ve hatta bazen zorlayıcı. Evlilik insanda güven ve koruma duygularını depreştiriyor. Daha önce sana tamamen yabancı olan birine ömür boyu birlikte olma sözü vermek insanın kendisiyle gurur duymasını sağlıyor ve güç veriyor. Ama aynı zamanda ömür boyu girilen bir tek tip gıda diyeti gibi, farklı tatlar tamamen yasak hale geliyor. Yemeye izinli olduğun tek tip gıdayı ise çeşitli baharatlar ile tatlandırmak ve lezzetini arttırmak sana kalmış J
Evlilik aynı zamanda sosyal statü anlamında  “sınıf atlatıyor”. Evli olmak toplumun sana bakışı değişiyor, beraberinde peşinen saygıyı getiriyor.  Hele de anne-baba olmuşsan toplum gözünde neredeyse kutsallık mertebesine yüceltiliyorsun. Ancak evlilik ve çocuk fiziksel ve duygusal özgürlüğünü elinden alıyor. Eve gelip ayaklarını şöyle bir uzatıp televizyon karşısında miskinlik yapamıyorsun. Veya sırf canın istediği için hop diye uçağa atlayıp 1 hafta sevgilinle kaçamak yapamıyorsun. Evde yemek yapmanı bekleyen ve ertesi gün okul olduğu için en geç 8’de yatağa girmesi gereken minnoşlar var.
29 yaşımda evlendim ve isteyerek evlendim. Evlenmeseydim bence bugün perişan bir durumda olurdum. Aileyi seven ve annelik güdüleri yüksek biri olarak evlenip kendi çocuklarımı doğurmamış olsaydım yardıma ve yönlendirmeye muhtaç bir takım insanlara bakmayı kendime görev edinir ve hayatımı bu insanlarla bir şekilde sürdürmeye çalışırdım sanırım. Ara sıra ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmak istemediğim zamanlar olmuyor mu? Oluyor. Veya diyetimi çeşitlendirmek istediğim zamanlar olmuyor mu? O da oluyor. İşte o zaman açıyorum baharat kavanozlarımı, başlıyorum kendi mutfağımda birbirinden harika yemekler yapmaya J

Avrupa - Türkiye Karşılaştırmasını Bir de Benden Dinleyin :D

Uzun zamandır benden Avrupa ile Türkiye’yi karşılaştırdığım bir yazı yazmam istenmekte. İşte size hem eğlenceli hem düşündürücü bir karşılaştırma:
1.       Avrupa’da yaya geçidi herkes içindir. Yaya geçidinden yaya geçerken tüm arabalar durur ve korna çalmadan sakince yayanın karşıya geçmesini bekler. Türkiye’de ise yaya geçidi sadece güzel bayanlar için yapılmıştır. Araba kullananların çoğunun erkek olduğunu düşünürsek arabalar ancak yaya geçidinden geçen bayanın  “hoş”  olduğu durumlarda dururlar. Dururlar ki gözleri az bir süreliğine de olsa bayram etsin J
2.       Viyana’nın her daim kalabalık caddelerinden biri olan Mariahilfer’e şöyle tepeden kuşbakışı baktığınızda bir sürü  “beyaz saçlı ve yavaş yavaş yürüyen”  insan görürsünüz. Türkiye’nin ise herhangi bir yerinde her daim  “siyah saçlı ve oradan oraya koşturan”  insanlar görürsünüz. Yani anlayacağınız Avrupa ile Türkiye arasında jenerasyon farkı var J. Dolayısıyla ebeveyn-çocuk gibi kuşak çatışması yaşıyoruz.
3.       Avrupa’da süpermarkette alışveriş yapan bir Avrupalı’nın hiçbir zaman –misafir gelse dahi- sepetini hıncahınç doldurduğu görülmemiştir. Bir Türk’ün ise süpermarkete girip de alışveriş sepetini tıka basa doldurmadan çıktığı görülmemiştir. Misafir geldiği durumlarda ise zaten alışverişe bir sefer yetmez. Misafir gelmeden 1 hafta önce sürekli alışveriş yapılır.
4.       Avrupa’da (örneğin Avusturya) medeni hukuk anne ve çocuk üzerine kuruludur. Yani babanın kim olduğundan ziyade yasa anne ve çocuğu koruma altına alır. Türkiye’de ise medeni kanunun baş aktörü erkektir. Daha doğrusu erkeksiz bir kadın Türkiye’de balkonsuz bir eve benzer. Aslına bakarsanız ikisinin de kendi içinde açmazları var. Avrupa’da anne ve çocuğun devlet tarafından bir nevi koruma altına alınması Avrupalı birçok erkeğin evlilik ve aile birliğinden kaçışını tetiklemiş durumda. Devletin korumacılığı bir anlamda insanları birbirinden uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor. Ancak Türkiye’deki erkeksiz kadın = balkonsuz ev durumu da pek iç açıcı değil doğrusu. Kadın kendi başına kalmayı tercih edemez mi canım?
5.       Avrupa geçmişini ve tarihini çok iyi bilir ve sahiplenir. Hatta geçmişindeki şan ve şöhretinden bugün bile çatır çatır para kazanır. Örneğin Avusturya-Macaristan İmparatoru olan Franz Joseph ile evlenip İmparatoriçe olan Sisi vardı bir zamanlar. Sisi yanılmıyorsam Alman kökenliydi ve evlenip Avusturya’ya yerleşti. Avusturya’da yaşadığı süre boyunca da Avusturya’dan ve Avusturyalılar’dan nefret etti. Avusturya halkı da Sisi’yi sevmedi. Sisi güzel bir kadındı. Yemeden içmeden yaşar, upuzun saçlarını incecik beline kadar indirir ve tüm meraklı bakışları üzerinde toplardı. Ölümünden sonra Avusturyalılar Sisi’yi bir şekilde idolleştirdiler. Daha doğrusu Sisi etrafında bir pazarlama stratejisi oluşturdular ve Avusturya tarihinin nadide bir eseri olarak turizm ofisindeki kataloglara Sisi’yi soktular. Bugün Avusturya’nın nüfusu 8 milyon ve yılda ülkeyi 10 milyon turist ziyaret ediyor. Bu turistlerin en çok ziyaret ettikleri yerlerin başında ise Sisi müzesi geliyor. Türkiye’nin de Avusturya gibi şatafatlı bir imparatorluk geçmişi var. Ancak Türkler tarihlerini objektif gözlerle okuyup özümsemek yerine tarihi bir takım karakterleri idolleştirir ve ve tüm tarihlerini bu idoller etrafında görmek isterler. Laik, daha doğrusu laik geçinenlerin Osmanlı’dan serzenişle bahsetmesinin, laik olmayanların ise Atatürk’ten hoşlanmamalarının sebebi Türkiye’nin hem Osmanlı hem Cumhuriyet tarihini bir araya getirip birlikte özümseyememesinden kaynaklanmaktadır.
6.       Avrupa’da devlet gerçek anlamda vatandaş için vardır. Türkiye’de ise devlet-vatandaş ikişkisi çoğu zaman yumurta-tavuk ilişkisine benzemektedir.
7.       Avrupalı olaylara pragmatik yaklaşır. Tek başına çözemeyeceği bir sorunla karşılaştığında yanındakini sevmese bile sonu kendisi için iyi olacaksa yanındakiyle işbirliğinin yolunu arar ve her iki taraf için de kazançlı olacak bir çözüm bulmaya çalışır. Türkiye’de ise durum tam tersi. Sorunlar karşısında çoğu insan çoğu zaman duygusal tepkiler verme eğilimindedir. Sonuca odaklanmaktansa gururuna odaklanır ve  “ben kaybedersem herkes kaybetsin”  mentalitesiyle kendi ayağı kaydığında başkalarının da ayağının kaymasını ister.
8.      Avrupalı sanar ki tüm dünya Avrupa’dan ibaret. Bir de okyanusun öbür tarafında bir Amerika vardır, o kadar. Dünyanın geri kalanının bu iki kıtanın tatil beldesi veya arka bahçesi olduğunu varsayarlar. Halbuki bilmezler ki dünyanın geri kalanı olmasa ne meyve-sebze-tahıl bulabilirler ne de arabalarını üreten fabrikaları işletecek insan kaynağı ve yatırım ortamı bulabilirler. Aslında bu durumu bilirler de nasıl başa çıkacaklarını bilemezler. Türk ise sanar ki Avrupa’ya veya Amerika’ya kapağı atınca hayatı kurtulacak, yediği önünde yemediği arkasında olacak ve başından aşağı demokrasi yağacak. Halbuki bilmez ki gittiği yerde de Türk olmaya devam edecek ve her ne kadar onlardan biri bile olsa hep “yabancı, bizden olmayan” muamelesi görecek.
Şimdilik aklıma gelen gözlemlerim bunlar. İleriki zamanlarda bu yazıyı daha da detaylandırabilirim belki, bakalım.
Sevgiler

14 Haziran 2011 Salı

Ben Ne İş Yapıyorum?

Şimdi aşağıda madde madde ne yaptığımı sıralayacağım. Siz de yaptığım işi tahmin edin bakalım:

1. Yaptığım iş bir kurumun tek yeriyle sınırlı kalmayan, kurumun tamamını kuşbakışı görmeyi gerektiren bir iş.

2. Yaptığım iş bir yap-boz misali kurumun değişik bölümleri arasındaki karmaşık ikişkileri çözüp bu ilişkilerin içindeki yanlışları bulmayı gerektiren bir iş.

3. Bulduğum yanlışlara çözüm üretmeyi gerektiren bir iş.

4. Kurum içindeki küskünleri barıştıran, dargınları buluşturan bir iş.

5. Yaptığım iş duyduğum ve gördüğüm herşeyi tüm çıplaklığıyla kağıda dökmemi gerektiren bir iş. Yani el-etek öpmek benim yaptığım işte geçer akçe değil.

6. Yaptığım iş sayesinde cebimden kuruş harcamadan dünyayı dolaştım, bir de üstüne para verdiler :D

Yaptığım işi tahmin edebildiniz mi? .................................................................................................................................................................................

Denetçi!

Günümüzde klasik tanımların dışında kalan o kadar çok meslek var ki, denetçilik de bunlardan biri. Eskiden ve de hala günümüzde müfettişler vardı ve hala varlar. Ancak müfettiş yanlış bulmaya odaklanırken denetçi yanlıştan yola çıkarak süreç nasıl geliştirilebilir ona bakar. Denetçi olmak için üniversitelerin İdari Bilimleri'ndeki bir bölümünden mezun olmak yeterli.

Ben mesleğimi severek yapıyorum. Çocuğuna veya kendisine meslek arayanlara da hararetle tavsiye ediyorum.

Sevgiler!

12 Haziran 2011 Pazar

AKP'nin buyumesi neden sizi sasirtiyor anlamiyorum dogrusu!

Turkiye'de sosyal demokrasi hicbir zaman var olmadi. Sosyal demokrasiye sadece buyuk bir ozlem duyuldu her zaman, o kadar.

Turkiye dunya duzenindeki yerini  kapitalizmden yana secmis bir ulke. Bunda Amerika Birlesik Devletleri'nin Turkiye uzerindeki nufuzunun etkisi cok buyuk. Bir dusunsenize, Avrupa'dan esinlendigimiz herhangi birsey var mi? Avrupa Birligi diyeceksiniz, ama Turkiye'nin ve de ozellikle AKP'nin AB'ye girme niyetini surekli tekrar etmesinin 2 sebebi var:

1. AKP yuzunu Bati'ya cevirmis gibi yaparak herkesi aslinda ne kadar modern ve ilerici olduguna inandirmaya calisiyor. Yani AB'yi nihai hedef olarak gormuyor, Turkler'in  "Avrupa Ruyasi" ni oy politikasinin bir parcasi olarak kullaniyor.

2. AB isi inada bindi. Avrupa Turkiye'yi istemedikce Turkiye Avrupa'ya daha cok asiliyor. Umutsuz bir ask hikayesi gibi.

Daha onceki yazilarimda da hatirlarsiniz. Ben Amerika'yi hic merak etmem, Amerika'dan pek haz da etmem. Cocuklugumuzdan beri dunyaya dair duydugumuz ve gordugumuz hersey Amerika kaynakli. Yabanci film diyince aklimiza hemen Amerikan yapimlari gelir, Avrupa veya Uzak Dogu yapimlari filmler degil. Yurtdisinda egitim diyince yine aklimiza Amerika'daki okullar gelir. Avrupa'daki okullara nedense burun kivrilir veya Amerika'daki okullar kadar itibarli sayilmazlar. Bunun nedenini Avrupa'da uzun yillar yasayinca daha iyi anladim. Avrupa koloni Avrupa'si zamanindaki yayilmaci politikasini tamamen birakmis durumda. Hicbir sekilde hicbir ulkeye kendi rejimini veya demokrasisini ihrac etme kaygisinda degil. 2. Dunya Savasi'ndan sonra yasadigi yikim ve de Berlin Duvari'nin yikilmasindan sonra yuzlestigi bolunmusluk duygusu Avrupa'da travma yaratmis durumda. Dolayisiyla Avrupa'nin kendi evini toparlamaktan ve de savastan sonra yarattigi serveti korumaktan baska hicbir seyde gozu yok.

Amerika oyle degil. Amerika gunumuzun yayilmaci politikasi guden ulkelerinin basinda geliyor. Herkese kendi rejimini ve kendi dogrularini empoze etmek uzerine kurulu bir dis politikasi var. Cunku Amerika kapitalizmin dogdugu yer. Etkisi altina aldigi yerlerdeki tuketimi arttirarak kendi ve dunya ekonomisini tuketim uzerine oturtmak isteyen bir ulke. Satarak zengin olma yolunu secmis bir ulke. Turkiye gibi kendisini sosyal demokrasiden cok liberalizme yakin goren bir ulke icinse Amerika Avrupa'dan daha cazip geliyor.

Iddia ediyorum ki Turkiye'de yasayan insanlarin buyuk bir cogunlugu Avrupa sartlarindaki sosyal demokrasi icerisinde yasiyor olsalar cok mutsuz olurlardi. Cunku sosyal demokrasinin temel felsefesi olan  "elindekiyle yetinmek ve ortalama standartlarda yasamak"  bircok Turk icin cendereye girmekle esdeger anlama gelirdi. Ornegin Avusturya'yi ele alalim. Sosyal devlet her isteyen vatandasina ev veriyor, degil mi? Ne guzel, hicbir zaman acikta kalma ihtimaliniz yok. Ancak evi senin yasina, basina, boyuna, posuna, gelir durumuna, ailevi durumuna bakarak veriyor. Yani, evi veriyor, ama evi secme sansini kesinlikle sana birakmiyor. Tek basina yasayan, saglikli ve calisan bir bireysen sana 50 metrekarelik ev yeter diyor. Catlasan da patlasan da sana 51. metrekareyi vermiyor. Istersen kirasini kendi cebinden odeyip daha buyuk bir evde yasama sansin var tabi, metrekaresi 16 EURO'dan.

Amerika ve Turkiye arasinda ise bircok paralellik soz konusu. Ikisi de tuketim toplumu. Ikisi de gosterisi seviyor. Ikisini de kahramanlik hikayeleriyle kandirmak cok kolay. Bush, Orta Dogu'daki petrolun kontrolunu eline gecirmek icin Irak'a girip burayi yerle bir ediyor ve bunu da  Amerikan halkina  "terorle savas"  diyerek yutturuyor. Erdogan, Orta Dogu'da suregelen karmasada kendisinin de soz hakki olabilmesi adina Israil'e  "one minute" diyiveriyor ve bunu da Musluman dunyasina  "Israil'e karsi bas kaldiran ilk Musluma lider"  olarak satiyor. Yani Amerika da Turkiye de kendilerinden birer kahraman yaratma sevdasiyla yola cikmis iki ulke. Bir de din somurusu var ki iki ulkede de son derece prim yapan bir olgu. Goreve geldiginden beri Obama'nin dini Amerikan halkinin en populer tartisma konulari arasinda yer aliyor. Turkiye'de ise AKP tum soylemini zaten din eksenine oturtmus durumda. Avrupa'da ise dinin esamesi bile okunmuyor artik.

Peki tum bu oyunun icinde CHP ve sosyal demokrasi nerede? Bence hicbir yerde. Bugun Turkiye'de CHP'ye oy verenler bence sosyal demokrasi istedikleri icin CHP'ye oy vermiyorlar. Onlar Ataturk'u ve O'nun yarattigi kahramanlik hikayesini sevdikleri icin CHP'ye oy veriyorlar. CHP'ye oy verenlerin hicbiri bence devletin verecegi 50 metrekarelik evde bir omur gecirmekten mutlu olmazlar. CHP'ye oy verenler de bence devlet hastanesinde tedavi olmaktansa ozel saglik sigortasinin karsiladigi otel tadindaki ozel hastanelerde tedavi olmayi tercih ederler.

Yani anlayacaginiz yillardir Turkiye'ye empoze edilen biraz muhafazakar, aile odakli, icinde uclari barindiran, tuketim ekonomisine dayanan, cafcafli ve yaygara koparmayi seven Amerikan kulturu nasil 80'lerde Ozal silueti ile karsimiza ciktiysa bugun de Erdogan siluetiyle karsimiza cikiyor, din ve inanc soylemi biraz daha kuvvetlenmis olarak.

Secim sonuclari henuz aciklanmadi. Ama  belli ki AKP 3. doneminde daha da kuvvetlenmis olarak sahnede oyununu oynamaya devam edecek. Istedikleri kadar duble yollar yapsinlar veya universite acsinlar, hepsi iyi, hos. Sadece Ataturk'e dokunmasinlar ve O'nun yarattigi aydinligi karartmasinlar, tek dilegim bu.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Ankara'nin kendisini degil bana hissettirdiklerini seviyorum

Cocukken  yaz tatillerimizin buyuk bir kismini Ankara'da gecirirdik. Annem Ankarali. Okullar tatil oldu mu hemen solugu Ankara'da annemin ailesinin yaninda alirdik. Ankara'ya gitmek ben ve kardesim icin yilin olayi haline gelirdi. Butun yil okul pesinde kosturduktan sonra Ankara'ya varmak ugruna katlandigimiz 9-10 saatlik yol bile bize viz gelirdi. Gerci yolda cok mizmizlaniyor muyduk dogrusu hatirlamiyorum; yani annemle babama da o yol viz geliyor muydu bilemiyorum :D Ancak aksam karanliginda Ankara'ya girdigimizdeki hissettigimiz heyecanimizi bugun bile kalbimin derinliklerinde hissediyorum. O zamanlar Ankara'nin havasi oldukca kirliydi. Biz yine de arabanin camini acar, Ankara havasini derin derin soluyarak icimize ceker ve uzun uzun gokyuzunu seyrederdik.

Anneannemin evine vardigimizda butun aile cumbur cemaat bizi bekliyor olurdu. Sofralar kurulur, yemekler yenir, 21'ler oynanir ve de cocuklara ne haliniz varsa gorun denirdi. Yani ozgur birakilirdik! Oradaki kuzenlerimizle birlikte ayri kaldigimiz 1 yilin acisini cikarircasina oynamadigimiz oyun, yapmadigimiz yaramazlik kalmazdi. Evde kirilmadik esya birakmamamiza ragmen buyukler soyle bir bakar ve de  "uzulme hayatim, snaa birsey olmadi degil mi"  der ve gecer giderlerdi. Tatil boyunca Tunali senin Genclik Parki benim sabahtan aksama kadar gezer, canimiz sikildiginda Kugulu Park'taki kugulara simit vermek icin dayimin pesine takilir giderdik.

Artik Ankara'yi sevmiyorum. Ailem hala orada olmasa Ankara'ya gitmek aklimin ucundan bile gecmez. Neden mi? Ankara sevimsizlesti de ondan.  Havasi gecmise gore daha temiz. Ama havasini solurken gecmisteki hazzi almiyorum artik, birseyler eksik, yok olmus. Her yerde anlamsiz bir goruntu ve gurultu kirliligi. Tamamen zevksiz alt ve ust gecitler ve hicbir anlam veremedigim fiskiyelerle dolu her yer. Mazbut insanlar hala var, ama onlardan daha da fazla cahil, sevgisiz ve saygisiz insanlarla dolu trafik ve alisveris merkezleri. Sevdigim iki yer var Ankara'da. Canim okulum ODTU ve Dikmen Vadisi Parki. Istiyorum ki ODTU Ankara'nin uzerine cokmus cehaleti, atilligi ve gorgusuzlugu silip atsin ve de Dikmen Vadisi sehrin havasini arindirsin ve temizlesin. Ancak farkindayim ki ODTU ve Dikmen Vadisi'nden beklentilerim cehaletin revacta oldugu gunumuzde hayalden oteye gecemiyor.

Ankara diyince hala icim titriyor ama artik Ankara'da 1 hafta bile gecirmek istemiyorum. Ankara'ya karsi hissettigim bu yakinligin sebebi cocuklugumun Genclik Parki ve Tunali Caddesi'nin yanisira Ankara'nin gerisindeki fikir ve tarih sanirim. Ataturk ve O'nun yarattigi Cumhuriyet, esitlik ve zafer duygusu, bugunku Turkiye'nin dogum yeri olmasi; bunlar benim icimi kipirdatan seyler. Ankara'da benim dogdugum hastane, ailemin yasadigi ve halen yasamakta oldugu onlarca sokak ve bikmadan usanmadan bilim ve ilim ureten harika universiteler olmasinin yaninda Turkiye'nin aydin kesimini heyecanlandiran modern Turkiye'nin baslangic noktasi var orada. Buyuk bir degisimin ve donusumun icinden gectigimiz su gunlerde daha cok Ankara'ya sarilmak ve onun gecmisinden yardim almak istiyoruz.

Anlayacaginiz artik Ankara'nin kendisini degil bana hissettirdiklerini seviyorum. Gitsem mi gitmesem mi, bilemiyorum.