Hurriyet

11 Kasım 2012 Pazar

Atatürk'ün bizim için ne anlama geldiğinin farkında mısınız?

Etrafımda çeşit çeşit insan var, kadın-erkek. Hayat ilerledikçe bu insanların hepsi değişti, ben de değiştim. Eskiden çok iyi anlaştığım kişilerle artık eskisi gibi paylaşacak fazla birşey bulamıyorum. Veya tam tersi, eskiden daha eleştirel baktığım insanları artık daha iyi anlıyorum.

Gazetelerde ve televizyonda da bu değişimin toplumsal boyutuna tanık oluyoruz. Farklı politik gruplar arasındaki görüş ayrılıkları günden güne derinleşiyor. Herkes birbiriyle anlaşmaktan ziyade kavga etmek niyetinde. Reality show'larda aileler bir araya geliyor veya dağılıyor. Eskiden adını ağzımıza alırken bile korkuyla karışık bir saygı duyduğumuz Türk Ordısı'nun askerlerinin bugün mahkemeler ve sorgu odalarındaki fotoğrafları her gün gazetelerde karşımıza çıkıyor.

Yani hayat Atatürk'ün hayata veda ettiği 1938 yılından beri çok değişti ... Atatürk'e olan sevgimiz ve inancımız hariç.

10 Kasım 2012 günü gazeteyi açıyorum. 1938 Türkiye'sinden tamamen farklı bir Türkiye var karşımızda. Her köşe başında yükselen rezidans inşaatları ve Asya'yı ve Avrupa'yı birbirine bağlayan 2 boğaz köprüsü. Hayatımızın artık vazgeçilmez bir parçası haline gelen internete giriyorum, Facebook üzerinden her gün birbiriyle sanal olarak iletişim kuran ve özlem gideren aile bireyleri.

Tüm bu değişime rağmen Türkiye'de değişmeyen tek şey Atatürk.

Atatürk'ün izinden giden politikacılar ve gönüllüler 10 Kasım'da kucaklar dolusu çiçekle Anıtkabir'e koşuyor. Atatürk'ü sevmeyen veya kendi görüşlerini Atatürk'e karşı alternatif olarak gören politikacılar bile 10 Kasım günü Atatürk'ten az da olsa saygıyla bahsetme gereği duyuyor.

Askerleri mahkemede görünce yutkunan anneler-babalar 10 Kasım'da Atatürk'e daha bir yürekten bağlanıyorlar. Zira Türkiye'nin nereye gittiğini tam olarak kestiremediklerinden çocuklarını nasıl bir Türkiye'ye emanet edip gideceklerini bilemiyorlar.

10 Kasım saat 9'u 5 geçe Boğaz köprüsünden geçen araçlar bir anda duruyor, sürücüler araçlarından inip Ata için saygı duruşuna geçiyorlar. Normal zamanda dur-durak bilmeyen İstanbul trafiği Atatürk için mola veriyor, sadece Atatürk için.

Rezidans inşaatında çalışan inşaat işçisi de Atatürk'ü anmak için saat işi-gücü bırakıp saygı duruşuna geçiyor.

Ve son olarak Facebook'ta halam ... 10 Kasım günü evinde otururken saat 9'u 5 geçe bir anda ayağa kalkıyor, ağrısına-sızısına bakmadan Ata için saygı duruşuna geçiyor.

Bu insanların hiçbiri okulda öyle öğretildiği için veya zorunda oldukları için geçmiyorlar saygı duruşuna. Atatürk'e gönülden bağlandıkları ve geleceğin Türkiye'sine ve dünyasına pek de güvenle bakamadıklarından hayatı durdurup 1 dakika da olsa Atatürk ile birlikte olduklarını hissetmek istiyorlar.

Korkularımızdan sıyrılarak geleceği cesaretle kucaklamamızın zamanı geldi artık. Bu ülkeyi Atatürk kurdu. Ancak geleceğimizi sahiplenmek bize düşüyor. Çocuklarımızı gözümüz arkada kalmadan emanet edebileceğimiz bir ülke istiyorsak Atatürk gibi bir liderin gelip bizi  "kurtarmasını"  beklemek yerine hepimiz, her birimiz kolları sıvayıp harekete geçmeliyiz.

Öncelikle birbirimize saygı duymalı ve birbirimizi dinlemek için çaba sarf etmeliyiz. Kısa yoldan para kazanmanın yollarını aramak yerine enerjimizi çalışmaya, öğrenmeye ve katma değer yaratmaya harcamalıyız, hem kendimiz hem çevremiz için. Haksızlık, yanlışlık ve kötülük karşısında sinmek ve susmak yerine hakkımızı savunma cesaretini göstermeliyiz. Kendimizi kaba güçle değil aklın gücüyle ifade etmenin yollarını aramalıyız. Kısacası medeniyete giden yolu kendimiz yaratmalıyız.

Atatürk artık aramızda değil. Yüreğimizde onun sevgisiyle birlikte artık yola çıkmalı ve kendi yolumuzu kendimiz, birlik içinde bulmalıyız.

Sevgi ve cesaretle kalın.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Medeni bir toplum olMAdığımızın en içler acısı örneği

Birkaç gün önce gazetede bir haber vardı. 18 Yaşındaki genç bir erkek, kendisinden ayrılmak isteyen 17 yaşındaki kız arkadaşını ormanlık alanda öldüresiye dövdü. Genç kız bağırmasın diye ağzına taş doldurdu ve tekmeleyerek vücudunun birçok yerini kırdı. Daha sonra panikleyip korkan genç, genç kızı bir taksiye bindirip hastaneye götürdü. Genç kız durumdan şikayetçi olmamasına rağmen hastane polisi olaydan şüphelenerek genç erkek hakkında soruşturma başlattı ve genç erkek hapishaneyi boyladı.
 
Bu haberin neresinden başlamak lazım bilemiyorum. 18 yaşındaki genç bir erkeğin içine düştüğü hastalıklı ruh halinden mi yoksa olayı kabullenmiş genç kızın tek istediği şeyin hastaneye gitmek olması ve olay hakkında suç duyurusunda bulunamayacak kadar korkup sinmesinden mi?
 
Sevgili anne-babalar. Bunların hepsi bir bakıma sizin eseriniz. Çocuklar hayat boyu taşıdıkları kimliklerin temellerini evde alıyorlar. Ve unutmayın ki çocukların büyürken birlikte en çok vakit geçirdikleri kişi anne. Hayata bakışlarında en belirleyici kişi anne. Babanın da çocuğun karakterine katkısı çok büyük. Her baba çocuğun hayatında aynı yoğunlukta var olmuyor, ancak babanın varlığı da yoluğu da çocuğun karakterini önemli ölçüde etkiliyor.
 
Şimdi 18 yaşındaki genç erkek ve 17 yaşındaki genç kız hikayesine dönersek. Bu çocukların anneleri ve babaları (hayattalarsa), lütfen oğlunuzun ve kızınızın başına gelen bu olaydan sonra şapkanızı önünüze koyup bir düşünün. Bir yerde yanlış yaptığınız kesin, bunu sizden başka kimse bilemez. O yanlış her neyse tespit edin ve çocuğunuza doğru yolu bulmasında yardımcı olun. Genç erkeğin annesi-babası: Çocuğunuzu sakinleştirip kaba güç kullanmasını engelleyerek topluma zararsız bir birey haline getirmenin yolunu bulun. Oğlunuzun yaptığını hormon patlamasıyla açıklamak pek mümkün değil. Genç kızın annesi-babası: Kızınıza hakkını araması konusunda cesaret verin ve lütfen kızınızı bu olay yüzünden cezalandırmak yerine ona öz güvenini kazanması için yardımcı olun.
 
Gazetelerde yüzü gözü dağılmış kadın fotoğrafları görmekten bıktık artık.
 
Medeniyet geniş otoyollar, havaalanları ve yüksek binalarla olmuyor. Medeniyet önce birbirimize saygı göstermekle başlıyor. Kaba gücün ve korkaklığın yerini konuşarak anlaşma ve cesaretle hakkımızı savunma aldığı gün medeniyet yolundaki en önemli engel kalkmış olacak.

İnsanlar birbirine neden küser?

Hele de aileler.
 
Çoğu zaman aile olmakla birini malımsamak arasındaki farkı fark edemiyoruz ve sevdiğimiz insanların canını acıtıyor, onları kendimizden soğutuyoruz.
 
Etrafımda birbiriyle küs o kadar çok aile bireyi var ki. Bu durumun tek sebebi ise insanların birbirlerinin sınırlarına saygı göstermemesi, birbirinin hayatına gereğinden fazla müdahale etmesi.
 
Birbiriyle iş yapan aile bireylerinin para yüzünden küsmesini az da olsa anlıyorum. Para öyle birşey ki ihtiyacı olan-olmayan herkes istiyor, kimsenin gözü doymuyor.
 
Ancak ortada fol yok yumurta yokken küsmeyi anlamıyorum. Genelde büyük ailelerde yaşanan bir durum bu. Yıllarca iç içe yaşayan insanlar orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde birbirlerine tahammül edemez hale geliyorlar. Herkes bu durumu yaşlılığın getirdiği inatçılık olarak algılıyor, ancak ben buna katılmıyorum, katılamıyorum.
 
Aile bireyleri zor dönemlerde birbirlerine yardım ederler. Bu özellikle bizim kültürümüzün en güzel yönlerinden biri. Ancak bazen öyle durumlar oluyor ki (ki bu çok sıkça rastlanan bir durum) ailede bazı bireyler kendilerini tamamen zordakilere yardım etmeye ve bunları ayakta tutmaya adıyorlar. Başlangıçta bu destek her ne kadar takdire şayan gibi görünse de aslında oldukça önemli bir psikolojik dengesizliğin başlangıcı. Aile bireyleri birbirlerini sevdikleri için bir arada olmaktan çok ihtiyaçtan bir arada olmaya başlıyorlar ve bu durum ileride mutlaka ama mutlaka patlak veriyor. Birbirinden hoşlanmayan hatta birbirinden bıkmış bir aile tablosuyla baş başa kalıyorsunuz belli bir zaman sonra. Ve ardından başlıyor dargınlıklar ve kızgınlıklar. Hatta bazen öyle durumlar oluyor ki bu hayattan birçok insanla küs şekilde göçüp gidenler oluyor.
 
Değer mi?
 
Benim hayatımda kavgaya ve küskünlüğe yer yok. Çünkü ben hayatın tadını çıkararak yaşamayı seçtim. Etrafımda sayıca çok arkadaşa ihtiyacım yok, birlikte olmaktan keyif aldığım insanlar bana yeter.
 
Hayat güzel arkadaşlar, dargınlık, küslük ve kavgayla heba etmeye değer mi?
 
 

28 Ekim 2012 Pazar

Sevmekle kontrol etmek arasındaki fark

Sevdiklerimiz bizim için çok değerli.
 
İstiyoruz ki sevdiğimiz insanlara hiçbir şey olmasın, onlar her zaman bizim yanı başımızda bulunsun.
 
Teyzem bir Alman vatandaşı ile evli. Eniştemin daha önceki evliliğinden 4 çocuğu var. En küçüğü 30'lu yaşların ortasında. Bir gün bir aile toplantısı sırasında eniştem şöyle dedi:
 
'Çocuklarım artık büyüdüler. Hayatlarına müdahale etmek mümkün değil, ne isterlerse onu yapıyorlar ve yapacaklar. Bu konuda ebeveyn olarak ihtiyaçları olduğunda onların yanında olmaktan başka birşey yapamam.'
 
Salonda bulunan aile bireylerinden Türk olanlardan bazıları tepki gösterdi. Hatta bir tanesi dedi ki:
 
'Ne demek çocuğumun hayatına karışamam? Öyle şey mi olur canım?'
 
Ne kadar farklı iki bakış açısı,değil mi?
 
İki ebeveyn de çocuklarını çok seviyor. Ancak çocuklarıyla iletişim konusunda birbirinden tamamen farklı yöntemler seçiyorlar. Avrupalı, çocukların belli bir yaştan sonra özgürlük alanına müdahale hakkını kendinde görmüyor, sadece gerektiği durumda çocuğunun yanında olmayı tercih ediyor (Avrupalılar içinde aile bağlarını tamamen yitirmiş çok insan da var tabi, burada verdiğim örnek ailesine sahip çıkan bir Avrupalı). Türk ebeveyn ise çocuğunun hayatına her yaşta müdahale etmeyi ebeveynliğin getirdiği bir görev, hatta biraz da hak olarak görüyor.
 
Türk ebeveynlere kötü bir haberim var. Sevmek ile kontrol etmek veya müdahale etmek arasındaki farkı gözetmeyen ebeveynler ile çocukların arasındaki iletişim bir yerden sonra kopuyor. Çocuklar da bir yaştan sonra yetişkin, hatta ebeveyn oluyor ve kendi hayatlarını kurup kendi tercihlerini yapmak istiyorlar. Ancak çocuğunun yetişkin olarak yaptığı tercihleri göz ardı eden ve bunu  'sevgi'  adı altında yapan ebeveynler aslen çocuklarının tercihlerine saygı göstermemiş oluyor; sevmekten ziyade çocukların hayatlarını kontrol etmeye çalışan anne-baba profili çiziyorlar.
 
Sevmek güzel şey, sevdiklerimize destek olmak ise hayatımıza anlam katıyor. Ancak severken sevdiklerinizin tercihlerine ne kadar saygı duyuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? 


26 Ekim 2012 Cuma

Bencil olmak pek de kötü sayılmaz

Mutlulukla bencil olmak arasında sanırım doğru bir orantı var.
 
Birçok kişi bu çıkarıma  "Aaaa, nereden çıktı şimdi bu, olur mu öyle şey!"  diyebilir. Ancak ben herkesin ne dediğinden ziyade kendimi nasıl hissettiğimle ilgileniyorum şu sıralar.
 
Terk edilen kadınlar derler ya; "saçımı süpürge ettim, yine de yaranamadım"  diye.
 
Veya iş yerinde istediği terfiyi yıllar geçse de alamayan biri  "yıllardır her dediğini yapıyorum, her seferinde ilk yardımına koşan ben oluyorum, yine de yaranamıyorum!"
 
Gerçek şu ki hayat kendisine iyi davranmayan ve gerekli özeni göstermeyen kişilere iyi davranmıyor, hatta bu kişileri hor kullanıyor.
 
Aksine, kendisini hayatın merkezine koyan ve kendi mutluluğunu ön plana koyan kişilere ise sanki daha bonkör davranıyor.
 
Hayatını çocuklarına adamış kadınlara bakıyorum, etrafta pijamayı andıran eşofman takımlarıyla ve genel anlamda boşvermiş bir edayla geziyorlar. Hayatına çocuklarla birlikte farklı başka şeyler üreterek devam eden kadınlara baktığımda ise daha özgüvenli ve sakin kişilikler görüyorum.
 
Veya iş yerlerine bakın. Her talebe  "evet"  diyen ve gece yarılarına kadar çalışan kişiler genelde yorgun ve bıkkın bir ifadeyle güne başlıyorlar. Ancak belli bir iş disiplini çerçevesinde çalışan ve "hayır"  diyebilen insanların sabah ofise girişleri de enerji yüklü oluyor. 
 
Burada yalnız kalma pahasına bencil olmaktan bahsetmediğimi anladınız, değil mi? Lütfen kendinizi sevin ve hoş görün. Hayat kendinizi sevdiğiniz derecede iyi davranacaktır size.
 
Sevgi ve mutluluk dileklerimle ...


Şeker gibi bir bayram geçiriyoruz :)

Hatırlarsanız geçen yıl bu zamanlar kayınvalidem bizi ziyarete gelmişti. Çocuklar kadıncağızı bir türlü eve sığdırmamışlardı. (Nedense) babaannelerin anneannelerden daha az  sevildiği gerçeğinin yanı sıra iletişim sorunu vardı. Kayınvalidemin anadili İspanyolca. Ancak geçen yıla kadar biz evde İngilize ve Türkçe konuştuğumuz için çocuklar kendilerini İspanyolca ifade edemiyorlardı, tabi bundan dolayı da babaanneyle yakınlık kurmak mümkün olmamıştı.
 
Eşimle düşünüp taşındık, bu işi çözmenin ve İspanyolca'yı çocuklara onları sıkmayacak şekilde öğretmenin yolunu bulmaya çalıştık Ve babaanneyi bir süre bizde kalması üzere davet etmeye karar verdik.
 
Başlangıçta açikçası eşim de ben de verdiğimiz bu kararın ne kadar doğru olduğu konusunda endişeliydik. Ben kayınvalidemi insan olarak çok severim. Çocuklarından başlamak üzere etrafındaki herkesi olduğu gibi kabul eden, saygı ve sevgi sınırları içerisinde yaşamayı ilke edinmiş ve çocuklara karşı son derece merhametli ve sabırlı bir insan. Ayrıca, zamanında anaokulu öğretmenliği okumuş, dolayısıyla öğretme nosyonunu bilen biri. Ancak tabi tüm bunlara rağmen kayınvalidemin bizimle birlikte uzun süre kalması fikri beni başta ürküttü. Eşime gelince, o da yıllar sonra tekrar annesiyle aynı çatı altında geçici bir süre için bile olsa birlikte yaşamanın neler getireceği konusunda kararsızdı. Ancak herşey o kadar güzel gelişti ki, şimdi kayınvalidemin gideceği günü eşimle düşünmek bile istemiyoruz.
 
Bir kere çocuklar İspanyolca konuşmaya başladılar. Bu deneyim, yani babaanneyle bir süre de olsa birlikte yaşama deneyimi, dil gelişimlerinin dorukta olduğu döneme denk geldiği için şu anda herşeyi sünger gibi çekiyorlar. Ayrıca anne evde yokken babaanneye istedikleri kadar  'su verir misin'  desinler, bunu İspanyolca söyleyene kadar babaanne anlamıyor.
 
Bizim için de güzel bir ortam oluştu, ailemiz şenlendi diyebilirim. Eşim uzun zamandır annesiyle böylesine uzun soluklu vakit geçirme fırsatı bulamamıştı. Ayrıca sanırım uzun  zamandır bana söylemese de eşimin aklında olan birşeydi bu. Yani annesiyle bir süre ilgilenmek ve ona vakit ayırmak. Ülkesinden uzakta yaşayan insanlar her ne kadar bulundukları ortama adapte oluyor ve oranın bir parçası haline geliyorlarsa da uzaktaki ailelerini her zaman düşünüyor ve özlüyorlar, özellikle de ebeveynlerini.
 
Yani anlayacağınız şeker gibi bir bayram geçiriyoruz diyebilirim. Bolca İspanyolca, Meksika yemekleri, bayram şekerleri, Abant Gölü'nün kıyısında fayton turları ve çocuklar. Daha ne isterim ki :)
 
Sevgiler :)   

Hayatın sınırlarını bilmek...

Hasta bir insanla tanıştım. Fazla çalışmaktan hasta olmuş biri. Bahsettiğim kişi başarılı bir iş kadını. Uluslararası bir firmanın üst düzey yöneticilerinden. Şu anda aynı ofiste çalışıyoruz. İlk tanıştığımızda bana sorduğu sorulardan biri kaç çocuğum olduğu idi. İki çocuğum olduğunu söyleyince bana dedi ki:
 
'Ah Nil ah, benim tek çocuğum var, onu da çok geç yaşta yaptım. İkinci çocuk trenini iş-güç arasında kaçırdım.'
 
Çocuk sahibi olmamayı seçen arkadaşlarım var. Eskiden herkesin çocuk sahibi olması gerektiğini düşünürdüm. Ne bileyim, kültürümüzde çocuk sahibi olmak, doğal bir güdü olmanın ötesinde, sosyal bir sorumluluk gibi öğretiliyor. Ancak hayat içinde ilerlerken fark ettim ki bazı insanlar çocuk sahibi olmamayı seçebiliyorlar.
 
Yukarıda bahsettiğim arkadaşım ailesine ve özellikle çocuklara son derece düşkün. Fakat başarıların ve iş yaşantısının hızına ve hırsına kapılıp ailesi ile ilgili öncelikleri zaman zaman kaçırmış gibi geldi bana. Ancak beni asıl etkileyen bu arkadaşımın geçen yıl kansere yakalanmış olması oldu. Doktorunun söylediğine göre, bu illet hastalığın sebebi net olarak tespit edilemese de, sebebi stres.
 
Biz kadınlar için artık herşeyi yapmak için fırsat var. Aile belli bir sosyo-ekonomik düzeydeyse çocuklarını kız olsun erkek olsun en iyi şekilde hayata hazırlıyorlar. Dolayısıyla kadınların sorununun  'fırsat eşitsizliği'  olduğunu sanmıyorum. Kadınların daha vahim bir sorunu var. Hayatın hızına yetişmek.
 
Birkaç yıl önce kız kardeşim üniversiteden mezun olunca annem tüm aileyi bir kutlama yemeğine davet etti. Orada kardeşime dedim ki:
 
'Tebrikler canım kardeşim. Artık sınavlardan ve finallerden kurtuldun. Şimdi iş hayatı başlıyor. Belli bir deneyim elde edene kadar uzun saatler çalışman gerekecek. Sonra evlilik, çocuklar filan derken 7/24 çalışmaya başlayacaksın!'
 
Kariyerine de ailesi kadar önem veren kadınların hayatı her sabah 5:30-6:00 civarında başlıyor. Çocukların okula hazırlanması, kendinin işe hazırlanması, iş yerine varış ile başlayan çılgın bir gündem, toplantılar, projeler, talepler, idare edilmesi gereken durumlar, vs. Akşam eve dönüş, yemek, ödevler, çocukların yatırılması. Günümüz çalışan kadınının en büyük açmazı bunların hepsini en mükemmel şekilde yapmayı istemesi. Sabah kahvaltısı besleyici olmalı, iş yerinde en doğru kararlar en kısa sürede alınmalı, projenin tüm ayrıntıları en ince detayına kadar incelenmeli ve akşam yemeğinde sofrada mutlaka ama mutlaka salata olmalı. Hayat kadın için bir noktadan itibaren öylesine bir kurallar zinciri haline geliyor ki bazen kadın kafasını kaldırıp nefes almaya ve  'dur bir dakika, bu yaptığım doğru mu acaba?'  diye sormaya bile vakit bulamıyor.
 
İşte benim arkadaşım da böyle bir kadın. Aslına bakarsanız çalışan annelerin çocukları çalışmayan annelerin çocuklarına nazaran hakikaten daha öz güvenli ve güçlü çocuklar oluyorlar. Ancak sanırım bazen çalışmanın bir adım ötesine geçip hırslarımızın esiri oluyor ve hayatın asıl amacını, yani hayattan zevk almayı, unutur hale geliyoruz.
 
Benim durumum nedir diye sorarsanız ben hayatıma sınırlar koymasını öğrendim. Sanırım bu kararı üniversiteden sonra İstanbul'da çalışmaya başladığımın ikinci yılında almıştım. Hırslarını kontrol altına alamayan kişilerin kolay kolay yapabileceği birşey değil hayatın sınırlarını bilmek ve yeri geldiğinde frene basmak.
 
Benim de işim herkesinki gibi oldukça yoğun. İş dünyasında herkeste olan Blackberry'den bende de bir tane var. Bayram boyunca e-postama gelen mesajların haddi hesabı yok. Ancak ben ne mi yapıyorum? Tatilim bitene kadar mesajlarımın hiçbirine bakmıyorum. Ailem ve çocuklarımla birlikte şeker gibi bir bayram geçiriyorum.
 
Herkesin Kurban ve Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun, daha nice bayramlara, sağlıkla ... 

4 Ekim 2012 Perşembe

Zamanda Yolculuklarım Yine Başladı

2001 yılında 2 yıllığına Avrupa'da çalışmak ve yaşamak üzere Türkiye'den ayrılmıştım. Hayat karşıma hayal edebileceğimden daha güzel fırsatlar çıkardı ve hayatımın en verimli 10 yılını geçirdim diyebilirim. Bu 10 yıl içinde birçok değişik ülkede çalışma ve yaşama fırsatım oldu, eşimle tanıştım, evlendim ve çocuklarımız oldu. Çocuklarımız olana kadar eşimle birlikte hem iş sebebiyle hem turist olarak yoğun bir şekilde seyahat ediyorduk. Öyle günler oluyordu ki sabah uyandığımda hangi ülkede olduğumu anlamak için televizyonu açıyor, saatin kaç olduğunu anlamak için kolumdaki saatten çok televizyondaki dijital saate bakıyordum, çünkü kolumdaki saat büyük ihtimalle bir gece önce bulunduğum ülkedeki saat dilimini gösteriyordu :)

O zamanlar farkındalığım bugünkü gibi değildi. Dünyaya Türkiye penceresinden bakan biri olarak karşılaştığım olayları tam bir  "Türk"  bakış açısıyla değerlendiriyor, tanıştığım farklı kültürlerden gelen insanların hayata bakışlarını anlamakta zorlanıyordum. "Türk" bakış açısına açıklık getirmem gerekirse; biz Türkler değişime oldukça kapalı insanlarız. Her ne kadar farklı kültürlerden gelen insanlara kucak açtığımızı ve misafirperver olduğumuzu iddia etsek de aslında farklı olan herşeye büyük bir şüpheyle yaklaşıyor ve farklılıkları anlamaya çalışmaktansa görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. İşte ben de Avrupa'daki 10 yılımın ilk 5 yılını böylesi bir ruh hali içinde geçirdim.

Çocuklarımın doğmasıyla birlikte  "gönül gözüm"  dünyayı daha farklı görmeye başladı. İçinde bulunduğumuz ülkeyi ve dünyayı tamamen sıfırdan algılamaya çalışan çocuklarımın gözüyle görmeye başlayınca baktım ki insan aslında her yerde aynı insan. Coğrafya, dil ve saat farkına rağmen insan her yerde aynı şeyleri arzuluyor ve aynı şeylerden endişeleniyor. Her ırktan insan aşık olmak istiyor, yalnızlıktan yakınıyor, her saat diliminde insanlar koşuşturarak işine-gücüne gidiyor. Yani aslına bakarsanız hayat her yerde devam ediyor.

Geçen yıl Türkiye'ye yerleştik. Çocuklar çok mutlu. Eşim yabancı olduğu için onun adaptasyon süreci zaman alıyor doğal olarak. Ve ben yeniden iş için seyahat etmeye başladım, yine yeni yeniden :) Şu anda İsviçre Basel'dayım. Burası 10 yıl önceki Basel ile aynı, tek bir yeni bina bile yapılmamış. Ancak 10 yıl önce kendimi çok yabancı hissettiğim sokaklarda bugün daha tanıdık duygularla geziyorum. Biliyorum ki burada sokaklarda korna sesi duyulmaz, yaya geçidinden önce arabalar değil yayalar geçer ve gece 10'da şehir boşalır. 10 yıl önce buna  "ruhsuzluk"  der geçerdim, ancak bugün bu durumun, yani sakin ve düzenli şehir yaşantısının, bir yaşam tarzı ve buradaki halkın tercihi olduğunu anlayabiliyorum. Aslına bakarsanız İstanbul'un her daim kıpırtılı ve huzursuz ruh halinden sonra burası ruhumu dinlendiriyor :)

Basel'a yolunuz düşerse Ren Nehri kıyısında yürüyüş yapmayı deneyin mutlaka. Hatta yazın gelirseniz nehirde yüzebilirsiniz. Akşam nehre yakın birçok restoran ve barın bulunduğu sokaklarda nefis bir kadeh şarap eşliğinde  fondü yiyebilir, sonra da ister yürüyerek ister tramvayla otelinize dönebilirsiniz.

Bir sonraki durağım Barselona'da görüşmek üzere!

27 Eylül 2012 Perşembe

Stresle başa çıkmak zor ...

Gazetelerde, dergilerde 2 makaleden birinde stresten bahsediliyor. Stres aslında elinde belli bir birikimi olanların hastalığı, yani elindekini kaybetme korkusuyla yaşayanların sorunu. Afrika ülkelerine bir bakın, hiçbirinde stres yok, çünkü elde-avuçta birşey yok. Hiç herhangi bir Afrika ülkesinde finansal kriz çıktığını duydunuz mu? Çıkmaz, çünkü oralarda krize girecek piyasa veya sermaye yok. Bizim gibi gelişmekte olan ve ayrıca gelişmiş ülkelerin sorunu stres, çünkü az da olsa kaybedeceğimiz birşey var elimizde.

Ben stresle baş etmenin yolunu buldum. Bunu yaklaşık 15 senedir de uyguluyorum, oldukça işe yarıyor. Ne mi?

SANA SIKINTI VEREN KONULARI VE KİŞİLERİ HAYATINDAN ÇIKAR.

Hepimizin istekleri ve arzuları var. Güzel kıyafetler almak, iyi okullarda okumak, gezmek, para kazanmak, vs. Hayattaki güzel şeylerin sonu yok, bunların hep daha fazlasını istemenin de sonu yok. Sürekli istediklerinin hayaliyle yaşamak ve hep bir basamak üste çıkmaya çalışmak başlı başına bir stres kaynağı. Dolayısıyla stresten arınmanın yolu istediklerinden çok isteMEdiklerini tespit edip bunları hayatından çıkarmak. İsteMEdiklerini hayatından çıkarınca geriye kalanlar ya istediğin olaylar/kişiler olacak veya varlıklarından rahatsızlık duymayacağın, yani tahammül edebileceğin olaylar/kişiler olacak, değil mi :)

Ben denedim, işe yarıyor, denemesi bedava :)

Sevgiler.

20 Eylül 2012 Perşembe

Çocuğunun kararlarına ne kadar saygılısın?

Çocuklara öğretilen konuların başında ebeveyne saygı gelir. Peki biz ebeveynler çocuklarımızın kararlarına ve isteklerine ne kadar saygı duyuyoruz?

Çocuklarımızı çok sevdiğimiz, hatta onlar için canımızı bile feda edebileceğimiz doğru. Ancak sevdiğimiz kadar saygı da duyuyor muyuz çocuklarımıza? Onların taleplerini gerçekten dinleyip gerektiğinde onların talepleri doğrultusunda hareket etmeye ne kadar hazırız?

Örneğin akşam yemeğinde sofraya oturduk. Sofrada besin değeri bol gıdalar var: Brokoli çorbası, tavuk ızgara, pilav ve salata. Özellikle anneler olarak istiyoruz ki çocuğumuz hepsinden yesin. Hem faydalı gıdalar hem de biz bunları pişirirken inanılmaz emek harcıyoruz. İstiyoruz ki çocuklar sofradaki yemeklere burun kıvırmasın.

Veya meslek seçimi. Yine istiyoruz ki çocuğumuz ileride sırtını yere getirmeyecek bir meslek edinsin ve biz de bu dünyadan gözümüz arkada kalmadan göçelim. Doktor, avukat, mühendis olsa ne güzel olur. Ama gel gör ki yumurcak müzisyen olmak istiyor :)

Çocuklarımız hayatta seçim yaparken genelde onların taleplerini, arzularını ve olası yeteneklerini göz ardı ediyoruz. Bunu ebeveyn olarak çocuğumuzu koruma iç güdüsüyle yapıyoruz. Ancak bir de ebeveyn olmanın getirdiği  "gurur"  ve  "çocuğum için en iyi olanı ben bilirim"  duygusuyla da harekete geçiyoruz.

Çok arkadaşım var ki ailesi istediği alanda eğitim görmesine onay vermediği için başka bir meslek seçmek zorunda kalan ve bundan dolayı ömür boyu mutsuz olan. Veya ailesi destek vermediği için  "ruh ikizim"  diye tanımladığı kişi yerine kendisine uygun görülen başka bir kişiyle hayatını birleştiren ve yine ölesiye mutsuz olan. Bazen de öyle durumlar oluyor ki çocuk 40 yaşına gelmiş olmasına rağmen annesi veya babası istiyor ki kendi sözünden çıkmasın.

Çocuklar akşam yemeğinde sadece pilav yesin veya tüm çocuklar müzisyen olsun demiyorum.

Ancak çocuklarımızın taleplerine ve eğilimlerine hayır demeden önce 2 kez düşünelim diyorum.

Saygı bunu gerektirir, değil mi?

15 Eylül 2012 Cumartesi

Her iyilik yapan gerçekten iyilik mi yapıyor?

"İyilik insanları birbirine bağlayan altın zincirdir."  (Göthe)

"İyilik yap, iyilik bul."  (Atasözü)

"İnsan, hayatında yaptığı iyilikler kadar mutlu olur."  (Şehabeddin Ahmed)

"Menfaat karşılığı yapılan iyilik iyilik değildir. İyilik sebep ve sonuç zincirinin dışındadır."  (Tolstoy)


Sanırım bu yazıda anlatmak istediğimi en yalın yukarıda Tolstoy dile getirmiş.

Bizim kültürümüzde iyilik yapmak ve yardımsever olmak çok önemli. Birçok insan yaptığı iyilikleri anlata anlata bitiremez. Ancak iyilik gören birinin bunu ballandıra ballandıra anlattığını görmezsiniz.

Çoğu zaman kafam karışır hale geldi. Etrafımda  "yardım etmek"  adı altında hayatıma giren ve yardıma ihtiyacım olduğu noktada işin ucundan tutan birçok insan var. Sanırım aile yapım ve hayat tarzım bu insanlara ilginç geliyor ve bana ve aileme yakın olmayı arzu ediyorlar.

Ancak günün sonunda karşıma bir fatura çıkarıp para istemedikleri kalıyor.  "Yardım"  veya  "iyilik"  adı altında yaptıkları her kalemi listeleyip onlara borçlu olduğumu hissettirerek benden karşılık bekliyorlar.

Enteresan olan şu ki; hayatımda bana şu veya bu şekilde yardım edip de Tolstoy'un dediği gibi karşılık beklemeyenler sadece yabancı, yani Türk olmayan, insanlar oldu. Ne tuhaf değil mi?

Ben yardım etmeyi severim. Ancak açık söylemek gerekirse iyilik yapan iyilik bulur sözüne pek de prim verdiğimi söyleyemem. 20'li yaşlarda herkese koşulsuz yardım etmeyi neredeyse insan olmanın bir şartı olarak görürken bugün bu durumun çoğu zaman enayilik olarak algılanacağının ayırdına varmış durumdayım. (İnanın bu farkındalık yüreği pozitif enerjiyle, yani iyilikle dolu insanları çok mutsuz edebiliyor, ancak bu başka bir yazının konusu). Ve artık yardım edeceğim kişileri son derece dikkatle seçiyor ve karşılığında hiçbir şey beklemeden, can-ı gönülden yardım ediyorum ve kendimi 20'li yaşlarıma nazaran daha iyi hissediyorum. Yardım deyince öyle para yardımı veya tanıdığım birini bir işe yerleştirdiğimi filan hayal etmeyin. Çoğunlukla manevi yardımdan ve zor zamanda yanında olmaktan bahsediyorum.

Aynı şekilde herhangi biri bana bir  "iyilik"  yapmaya kalktığında da pür dikkat kesiliyorum.Yardım, art niyetsiz, içten ve herhangi bir karşılık beklemeden geliyorsa bu insana kucak açıyorum.

Ancak, yaptığı  "iyilik"  karşılığında beni kendisine gebe bırakma gibi bir beklentisi varsa işte o zaman buz gibi soğuyorum.

Hakiki yardım melekleriyle çevrelenmiş bir ömür geçirmek dileğiyle ... Fazla meleğe gerek yok, birkaç tane hakiki melek yeter :)

5 Eylül 2012 Çarşamba

Ofise dinlenmeye gidiyorum

Çalışmayıp evde oturmak bence dünyanın en yorucu işi! Üretken olmamak insanın ruhunu ve bedenini yoruyor  ve hantallaştırıyor, en azından bendeki etkisi böyle. Son dört aydır çalışmaya ara vermiştim. Bu dört ay boyunca çocuklarımla doyasıya vakit geçirdim, evdekilere güzel yemekler pişirdim (yemek yapmaya bayılırım :), çamaşırları ben yıkadım, ancak ütüye girmedim, o kadar da değil. İlk iki ay evde oturma fikri çok hoşuma gitti, tam anlamıyla tadını çıkardım. İkinci 2 ay baktım ki bu işte bir tuhaflık var: Saatlerimi harcayarak yaptığım yemekler şak diye 2 dakikada yenip bitiriliyor, kimse de dönüp  "eline sağlık"  filan demiyor. Hatta minnoşlara bazen yalvar yakar yemek yedirirken buluyorum kendimi. Tam öğlen yemeği bitti, sofrayı topladık derken akşam yemeğinin hazırlıklarına başlamak gerekiyor. Sonra çocukların odasına giriyorum, aaaa, bir de ne göreyim! Daha dün yıkadığım t-shirtlerden 2 tanesi çoktan kirlenmiş. Birinin üstünde öğlen yemeğinde yaptığım makarnanın domatesli sosu, öbüründe boya kalemleriyle çizilmiş bir resim :) Bunları çamaşır sepetine atayım derken bir de bakıyorum ki çamaşır sepetinin içindeki kirli çamaşırlar kenara atılmış ve de sepet ağzına kadar oyuncaklarla dolmuş! Oyuncakları çamaşır sepetinden boşaltıp sepete tekrar kirli çamaşırları koyarken içeriden bir ses: 

"Aaaaaannnneeeeeeeee, kakam bitti, popomu temizler misiiiiiin?"

Tuvalete koşarken yoluma çıkan diğer oyuncaklara basmadan koşmaya çalışırken kolumu kapıya çizdiriyorum ama önemli değil, nasıl olsa küçük bir çizik, geçer, öyle değil mi?

Akşam yemeğinden sonra şöyle ayaklarımı uzatıp güzel bir film eşliğinde yorgunluk çayımı yudumlarım diyorum nerdeee? Minnoşlar televizyon kumandasını zapt altına almışlar Cartoon Network'te çizgi film izliyorlar. Eh, yaz tatili olduğu için ses çıkarmayalım diyor ve oturup hep birlikte çizgi film izliyoruz. Saat 10'da uyku vakti diyince minnoşlar diyor ki  "hadi anne gel bizimle yat, bize kitap oku." Minnoşların yanaklarına konduracağım öpücükleri ve yatmadan önce bana anlatacakları komik hikayeleri düşününce hayır demek pek mümkün olmuyor. Saat 10, yatağa kon diyerek yatağın yolunu tutuyoruz ve bir de uyanıyorum ki saat sabah 7 ve bir önceki günü aynen tekrar yaşıyoruz, kolumdaki çizik de hafif hafif sızlıyor.

Ailemi tabi ki çok seviyorum, hatta onlarsız ben bir hiçim. Ama ancak ofiste dinlenebiliyorum ve kendimle baş başa kalabiliyorum. Ve de ürettikçe mutlu oluyorum. Dolayısıyla yeni işime Ağustos itibariyle başladım :)

Herkese üretken ve mutlu günler dileklerimle, sevgiler. :)


3 Eylül 2012 Pazartesi

Para nasıl kazanılır?

Geçenlerde bir beden öğretmeniyle tanıştım. Kendisi eski futbolcu. Büyük kulüplerde bir süre çalışmış. Bu süre boyunca karşısına farkli fırsatlar çıkmış. Amerika'daki bir üniversitedeki futbol takımını çalıştırması teklif edilmiş. Ancak İngilizce'yi geliştiremediğinden ve bazı özel sebeplerden bu fırsatı geri çevirmiş. Daha sonra Türk spor kulüpleriyle sıkı bağlar kurmuş, güzel bir network oluşturmuş. Ancak sonunda kendisi ve ailesi için daha güvenli olduğunu düşündüğü beden eğitimi öğretmenliğinde karar kılmış ve şu anda bir devlet okulunda beden eğitimi öğretmenliği yapıyor.

Sporu ve özellikle futbolu A'dan Z'ye çok iyi bildiğine inanıyor, eminim de öyledir. İşini seviyor ancak severek yapmıyor. Yani şöyle bir durum düşünün: Matematik konusunda çok başarılısınız. Önünüze hangi matematik sorusu çıksa gözünüz kapalı çözüyorsunuz. Ancak matematiği okulda öğrencilere anlatmaktan hiç zevk almıyorsunuz, böyle bir ruh hali düşünün.

Geçenlerde bu öğretmenimiz hak ettiği parayı kazanamadığından bahsetti. Birçok ünlü futbolcuyu tanıdığından, bu kişilerle sürekli bağlantıda olduğundan, futbolu Türkiye'de en iyi bilen kişilerden biri olduğundan, ancak futbol camiasında kendisine kimsenin iş vermediğinden yakındı. Hatta bir kulübe gidip şöyle bir talepte bulunmuş:

"Sizin için dünyayı gezeyim, iyi futbolcuları tespit edeyim ve getireyim, siz de bana bunun için ayda 10,000 - 15,000 lira maaş verin. Bu kadar kişiye bu kadar paralar veriyorsunuz, bana vereceğiniz 10,000 - 15,000 lira size dokunmaz!"  

Bu sözleri dinleyen 2 kişiydik ve kulaklarımıza inanmadık desem yeridir. Günümüzde ekmek aslanın ağzında değil midesinde. Artık iş ilanlarında  "İngilizce bilmek gereklidir"  diye bir ibare konmuyor, çünkü iş ilanları zaten İngilizce veriliyor. Globalleşme dediğimiz olgu ülkeler arasındaki sınırları kaldırmış durumda. Bu durum uzaktan bakınca hoş birşey gibi algılanıyor ancak globalleşen dünyada iş bulmak ve bunu sürekli kılmak istiyorsanız birkaç dil konuşmak ve çok çalışmak gerekiyor. Artık mesele iyi bir üniversiteden mezun olup konunun  "teorik"  tarafını iyi bilmekle bitmiyor. Bunun yanına birkaç dil, uzun çalışma saatleri ve ciddi bir network eklemeniz gerekiyor. Yani sevgili hocamızın dediği gibi futbolu iyi bilmek yetmiyor, mesleğin biraz da tabir-i caizse cefasını çekmek gerekiyor.

Yazımızın başlığı olan para nasıl kazanılır'a gelince: Bunun malesef tek bir cevabı yok, hatta cevabı bile olmayabilir. Bir bakıyorsunuz okulunu dereceyle bitirmiş bir öğrenci 10 yıl sonra hayatına sıradan bir muhasebe elemanı olarak devam ediyor. Bir bakıyorsunuz öğrenciliğinde pek de parlak olmayan sıra arkadaşı 10 yıl içinde uluslararası operasyonları yöneten bir idareci veya şirket sahibi oluyor. Bana kalırsa bir iş yaparken para kazanmanın yolu parayı çok fazla kafaya takmamak, yani parayı araç olarak kullanmak. Paradan ziyade aşağıdaki faktörler bana kalırsa başarıya giden yolun anahtarı:

- Sevdiğin işi yapmak
- Bu işi en iyi öğreten okulda okumak
- İş çevresinde sıkı bir network oluşturmak
- Doğru yerde, doğru zamanda doğru insanlara rastlamak ki bu sonuncusunda şans faktörünün ne kadar önemli olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.

Sonuç itibariyle sevgili öğretmenimiz çok büyük hayal kırıklıkları yaşamakta. Ancak sevgili öğretmenimizin arzu ettiği parayı, sadece konuyu çok iyi bildiği için değil de işini severek yaparak, iş çevresiyle bağlarını sımsıkı tutarak ve de şans faktörünü de göz önüne alarak yaparsa kazanabileceğini anladığı gün hayal kırıklıklarının bir nebze de olsa azalacağını ümit ediyorum.

Siz ne dersiniz?

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Benim çocuğum süper çocuk!

Anne-babaların süper çocuk yaratma sendromu ileride bu çocukların asosyal, tatminsiz ve dolayısıyla mutsuz insanlar olmalarına sebep oluyor. Hele de bunu yaparken anne-baba çocuğun yeteneklerini ve isteklerini bir kenara bırakıp çocuk için sadece kendi bildikleri ve inandıkları doğrultusunda bir yol haritası çizerse vay o çocuğun haline!

Amerikalılarda  "stage mum"  diye bir tabir var. "Stage mum"  tarzındaki anneler (veya babalar, ancak genelde çocukların yetiştirilme tarzını anneler şekillendiriyor) kendi hırsları doğrultusunda çocuklarını mükemmeliyetçi bir şekilde yetiştiren, çoğu zaman çocuklarını yaşından büyük efor gerektiren aktivitelerde yarışmalara sokan ve bunu çocuğu ve kendisi için bir yaşam biçimi haline getiren anne-babalardan bahsediyorum.

Hepimiz çocuklarımızın en iyi standartlarda eğitim görmesini ve yaşamasını isteriz, değil mi? Ancak, hayatın her alanında olduğu gibi burada da kantarın topuzunu kaçırıp kendi hırslarımızı çocuklarımız aracılığı ile gerçekleştirmeye çalıştığımız zamanlar aslında çocuğumuzu ve kendimizi ne kadar yorduğumuzun ve yıprattığımızın farkına varmayız, varamayız.

Geçenlerde kendisi de öğretmen olan bir veliyle konuşuyordum. Çocuklarımı gönderdiğim okulun adını duyunca okula verdi veriştirdi ve çocuklarımı neden kendi çocuğunun devam ettiği okula göndermediğimi sordu. Kendi çocuğunun gittiği okulun Türkiye'nin en iyi okulu olduğunu, okulda öğrencilerin sarı kart ve kırmızı kart disipliniyle eğitildiğini, çocuğunun ayrıca özel ders aldığını ve boş zamanlarında da voleybol oynayarak ne kadar iyi bir sporcu olduğunu kanıtladığından bahsetti.

Başarıya ve başarılı insanlara hiçbir itirazım yok. Hatta beni tanıyanlar başarıyı ve başarılı insanları ne kadar takdir ettiğimi ve başarının benim için ne kadar önemli olduğunu bilir. Ancak bu sevgili öğretmenimizin/velimizin söylediklerinde beni rahatsız eden 2 şey oldu, şöyle ki:

1) Çocuklarımı gönderdiğim okulu yerle bir eden yorumlar yaparken aslında bana söylediği şuydu: "Sen yeterli araştırma yapmadan çocuklarını önüne çıkan ilk okula vermişsin, yani umursamaz bir velisin". Beni bilmeden etmeden nasıl böyle bir yorum yapma cüretinde bulundu anlamadım doğrusu.

2) Bir eğitmenin sarı kart ve kırmızı kart ile verilen eğitimin dünyanın en iyi eğitimi olduğunu savunmasına inanmakta oldukça zorluk çektim.

Benim de kafam her anne-baba gibi çocukların eğitimi konusunda karışık. Çünkü Türkiye'deki eğitim sisteminin getirdiği belirsizliklerle birlikte ben işimden dolayı 2-3 yıl sonra Türkiye'de mi yaşayacağım, onu bile bilmiyorum (bu da bizim hayatımıza heyecan katan yegane faktör aslına bakarsanız :) Anne-baba olarak çocuklarımıza genel bir yaşam disiplini vermekte ben de eşim de pek zorlanmadık. Hani bazı aileler çocuğun yeme-içme-uyuma düzenini oturtmakta zorlanır ve sofra adabını öğretmekte pek de acele etmezler ya ... Bizim bu konularda oldukça başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. Yani çocuklarımızı laf dinlemeleri veya hata yapmamaları için sarı kart - kırmızı kart sistemine tabi tutmaktan ziyade onlarla konuşarak ve düzenli yaşamalarını sağlayarak disipline etme yolunu seçtik ve bence sonuç harika oldu.

Türkiye'deki çoğu yetişkinin yaşadığımız çağın gereklilikleri ve Türkiye dışında dünyada neler olup bittiği ile ilgili farkındalıklarının olmadığını düşünüyorum. Farkındalığı böylesine az olan bir velinin ayrıca ülkenin gelecek nesillerini yetiştiren okulda öğretmenlik yapıyor olması da ayrıca üzücü. Türkiye'deki sınavla öğrenci alan en iyi devlet okullarından mezun olmuş ve 10 yılını Avrupa'da geçirmiş bir insan olarak iddia edebilirim ki Türkiye'de devletin sağladığı  "öğretim" -yani işin akademik kısmı-  dünya standartlarında oldukça rekabetçi bir konumda. Tabi ki bu noktada sınavla öğrenci yerleştiren kalifiye devlet okullarından bahsediyorum; örneğin Anadolu Liseleri, sonrasında üniversite aşamasında ODTÜ, Boğaziçi, vs. Ancak çuvalladığımız nokta işin  "eğitim"  kısmı. Eğitim kurumlarımızda yaratıcılığı körelten bir taraf var. Sosyal aktiviteler yok denecek kadar az ve hiç önemsenmiyor. Sosyal aktiviteye de işin  "öğretim"  kısmı kadar önem veren okul  "laylaylom"  okul olarak adlandırılıyor. Ve en önemlisi de çocuğun yetenekleri ve istekleri hiçbir şekilde göz önüne alınmadan sadece  "Hangi meslek daha çok para kazandırır?"  mantığıyla meslek edindiren bir eğitim sistemimiz var. Yani akademik anlamda rekabetçi ancak özgüveni çok düşük bireyler yetiştiren bir sistemden bahsediyoruz.

Az önce de söylediğim gibi; çocuklarımın eğitimi konusunda benim de kafam en az sizin kadar karışık. Ancak emin olduğum tek konu var: İnsan sevdiği ve yatkın olduğu mesleği yapar ve bu mesleği kazandıran  "en iyi okuldan"  mezun olursa ileride başarılı olma ihtimali son derece yükseliyor. Ayrıca unutmayalım ki insanın mezun olduğu okul ileriki yaşantısındaki  "network"  ünün de temellerini atıyor.

Tekrar merhaba ve sevgiler.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Hırslı Olmak Kötü mü?

Hırs, bizim kültürümüzde kötü, olmaması gereken hatta ayıp bir olgu olarak algılanır. Hırs ile ilgili düşünürken karşıma çıkan ilk internet sitesindeki tanımı okumak beni şaşırttı:
 
"Hırslı insan helal-haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa beğendiği şeyleri toplamak ister. Hırs veya tamah kalb hastalıklarındandır. Hırsı bırak da yorulma."
 
 "Ademoğlu helak olsa, ihtiyarlasa bile onda hırs ve emel yine kalır (Hadis-i Şerif-Hilyet-Ül-Evliya)."
 
Görünen o ki bizim kültürümüzde hırsa karşı oluşmuş olan bu önyargıda dini öğretilerin payı var.
 
Ben hırslı bir insanım. Ve bugüne kadar bunun zararını görmedim, aksine hayatıma güzellikler, yenilik, heyecan ve renk katan bir  "kalb hastalığı"  hırs benim için. Hayatta bir sonraki adımı atmak, hayalleri gerçekleştirmek için hırs olmazsa olmaz. İnsanlık tarihini etkileyen ve hayatımızda yer edinen insanları bir düşünün: Az önce gözyaşları içinde Serenad kitabını bitirdiğim Zülfü Livaneli, her dinlediğimde beni çocukluğumun Gaziantep'ine ve aile toplantılarında büyüklerimizin söylediği şarkılara götüren Ey Şuh-i Sertab'ın yaratıcısı Sertab Erener, her kitabında ve her demecinde kendimden birçok parça bulduğum Orhan Pamuk ve Elif Şafak, her 4 yılda bir heyecanla beklediğim Olimpiyat Oyunları. Bunlar benim hayatımda yer edinen insanlardan ve olaylardan sadece birkaçı. Veya herhangi bir hastalık durumunda konuda uzman herhangi bir doktordan ziyade konuyu en iyi bilen doktora gitmenin yolunu mutlaka buluruz, değil mi? Zülfü'nün, Sertab'ın, Orhan, Elif ve Olimpiyat sporcularının ve konusunda uzman en iyi isimsiz doktorun ortak paydası kendi alanlarında en iyi noktaya gelmelerini sağlayan hırsları.
 
Bence hırsın adını temize  çıkarmak için  "hırs"  ve  "inat"  arasındaki ince farkı ayırt etmek gerekir. Çoğumuz etrafımızda olan bitenle inatlaşırız. Trafikte en öne geçme inadı, elimizde olmayan sebeplerden dolayı başaramadığımız bir işi tekrar tekrar başarmaya çalışmak için inat etme. Hayatla böylesine anlamsızca inatlaşırken sanırız ki bizi güden duygu hırs. Etrafımızdaki birkaç kişi  "inat etme artık, bırak şu işin peşini de rahatla artık"  dedikçe de işi daha çok inada bindiririz, çünkü gururumuza dokunur başarısızlık. İşte bu noktada  "hırs"  ve  "inat"  arasındaki ayırımı yapabilmek insanın hayatında siyah ve beyaz arasındaki fark kadar büyük fark yaratır. Yapabilecekleri ile yapamayacaklarını ayırabilen insan  "hırs"  duygusu ile hareket eder, sebat eder ve enerjisini doğru kanalize ederse hayatta harikalar yaratabilir. Ancak  "inat"  duygusunun esiri olan insan ise ancak şansı yaver giderse başarıya ulaşabilir.  
 
Siz hangi kalb hastalığından muzdaripsiniz? Hırs mı? İnat mı?
 
Sevgiler.