Hurriyet

4 Ekim 2012 Perşembe

Zamanda Yolculuklarım Yine Başladı

2001 yılında 2 yıllığına Avrupa'da çalışmak ve yaşamak üzere Türkiye'den ayrılmıştım. Hayat karşıma hayal edebileceğimden daha güzel fırsatlar çıkardı ve hayatımın en verimli 10 yılını geçirdim diyebilirim. Bu 10 yıl içinde birçok değişik ülkede çalışma ve yaşama fırsatım oldu, eşimle tanıştım, evlendim ve çocuklarımız oldu. Çocuklarımız olana kadar eşimle birlikte hem iş sebebiyle hem turist olarak yoğun bir şekilde seyahat ediyorduk. Öyle günler oluyordu ki sabah uyandığımda hangi ülkede olduğumu anlamak için televizyonu açıyor, saatin kaç olduğunu anlamak için kolumdaki saatten çok televizyondaki dijital saate bakıyordum, çünkü kolumdaki saat büyük ihtimalle bir gece önce bulunduğum ülkedeki saat dilimini gösteriyordu :)

O zamanlar farkındalığım bugünkü gibi değildi. Dünyaya Türkiye penceresinden bakan biri olarak karşılaştığım olayları tam bir  "Türk"  bakış açısıyla değerlendiriyor, tanıştığım farklı kültürlerden gelen insanların hayata bakışlarını anlamakta zorlanıyordum. "Türk" bakış açısına açıklık getirmem gerekirse; biz Türkler değişime oldukça kapalı insanlarız. Her ne kadar farklı kültürlerden gelen insanlara kucak açtığımızı ve misafirperver olduğumuzu iddia etsek de aslında farklı olan herşeye büyük bir şüpheyle yaklaşıyor ve farklılıkları anlamaya çalışmaktansa görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. İşte ben de Avrupa'daki 10 yılımın ilk 5 yılını böylesi bir ruh hali içinde geçirdim.

Çocuklarımın doğmasıyla birlikte  "gönül gözüm"  dünyayı daha farklı görmeye başladı. İçinde bulunduğumuz ülkeyi ve dünyayı tamamen sıfırdan algılamaya çalışan çocuklarımın gözüyle görmeye başlayınca baktım ki insan aslında her yerde aynı insan. Coğrafya, dil ve saat farkına rağmen insan her yerde aynı şeyleri arzuluyor ve aynı şeylerden endişeleniyor. Her ırktan insan aşık olmak istiyor, yalnızlıktan yakınıyor, her saat diliminde insanlar koşuşturarak işine-gücüne gidiyor. Yani aslına bakarsanız hayat her yerde devam ediyor.

Geçen yıl Türkiye'ye yerleştik. Çocuklar çok mutlu. Eşim yabancı olduğu için onun adaptasyon süreci zaman alıyor doğal olarak. Ve ben yeniden iş için seyahat etmeye başladım, yine yeni yeniden :) Şu anda İsviçre Basel'dayım. Burası 10 yıl önceki Basel ile aynı, tek bir yeni bina bile yapılmamış. Ancak 10 yıl önce kendimi çok yabancı hissettiğim sokaklarda bugün daha tanıdık duygularla geziyorum. Biliyorum ki burada sokaklarda korna sesi duyulmaz, yaya geçidinden önce arabalar değil yayalar geçer ve gece 10'da şehir boşalır. 10 yıl önce buna  "ruhsuzluk"  der geçerdim, ancak bugün bu durumun, yani sakin ve düzenli şehir yaşantısının, bir yaşam tarzı ve buradaki halkın tercihi olduğunu anlayabiliyorum. Aslına bakarsanız İstanbul'un her daim kıpırtılı ve huzursuz ruh halinden sonra burası ruhumu dinlendiriyor :)

Basel'a yolunuz düşerse Ren Nehri kıyısında yürüyüş yapmayı deneyin mutlaka. Hatta yazın gelirseniz nehirde yüzebilirsiniz. Akşam nehre yakın birçok restoran ve barın bulunduğu sokaklarda nefis bir kadeh şarap eşliğinde  fondü yiyebilir, sonra da ister yürüyerek ister tramvayla otelinize dönebilirsiniz.

Bir sonraki durağım Barselona'da görüşmek üzere!

Hiç yorum yok: